YAYLA HAVASI!…

 “Hiçbir zaman gökten gül yağmaz, daha çok gül istiyorsak eğer, daha çok fidan dikmemiz gerekir.” (George Eliot)

Emek olmadan , yemek de olmaz ; dense de olur. Hani üretim olmadan tüketim demek de olası. Bu açıdan değil, hangi açıdan bakarsanız bakın, Emeğe saygı her zaman ve her yerde geçerlidir.

Çok gezen mi, çok yaşayan mı?

Bu deyiş, bir zamanlar, çok tartışılan bir konuydu. Oysa, gezip görmenin yeri başka;

Uzun yaşamanın başkadır. Bu, biraz da kişinin ilgi ve bilgisine göre değişir. En önemlisi de insanın sevdiği işi yapmasıdır. Başarının sırrı sanırım deyişin özüdür.

Dogmalarla, büyülerle, safsatalarla,yobazlıkla… bir yere ulaşılabilseydi dünyada ve insan yaşamında sorun kalmazdı. Ya da her sorun, kolayca çözümlenebilirdi.

Gerçek ve doğru çözüm ancak ve ancak bilim ve aklın yoludur.

Aşırı sıcaklarda insanların denize, dağa, yaylaya çıkması , serinliği araması, akıl işi değil mi?

İzmir’de uzun süre havalar serin esti. .

Son birkaç gün normal olmayan aşırı sıcaklar boy gösterdi. Nereye kaçabiliriz sorusu aklımızı kurcalamaya başladı.

Dünürlerin yayla da bahçeli evleri olduğunu biliyorduk, Ödemiş’e yakın dağlarda. Daha doğrusu Bey Dağları’nın doruklarında. Oraların sessizliğini ve serinliğini çok duymuştuk. Hemen karar verip, uygun bir saatte yollara koyulduk. Yaylaya yakınlaştıkça, yollar daralıp inceliyor, keskin virajlar ve görüntüler insanı ürkütüyordu. Sonunda yaylaya vardık. Hava hemen değişti ve dört-beş derece düşüverdi.

Doğayla baş başa kalmak, iç içe olmak güzelmiş doğrusu.

Kısa bir süre içinde kendimize geldik. Atletler giyildi hırkalar arandı. Gece, pikeyle değil, yorganla örtündük.

Önce dört-beş kilometre güneyde kalan dünürlerin kestaneliğini dolaştık. Kocaman kocaman ve yemyeşil kestane ağaçları yanılmıyorsam henüz çiçekteydi.

Yaylada ki tüm ağaçlar ve bitki örtüsü, bir başka canlı ve yeşildi. Kelebekler daha iri, kuşlar daha cıvıl cıvıldı. Gök yüzü maviye boyanırken sanki buralara torpil geçilmişti.

Bey Dağlarını dönüşte inerken uçurumların ve keskin virajların dışında büyük bir baraj uzaktan da olsa görülebiliyordu. Bakır madeni çalışmaları da olmuş.

Dağın büyük bölümü ormanlık, kestanelik. Doruklarda ağaç pek yoktu.

Bölgede yetişen, yetiştirilen meyve ağaçlarının meyveleri bile, tadıyla, görünüşü ve kokusuyla insanın hem damak tadını , görüntüler duygularınızı okşuyordu sanki. Kuzu ve oğlak etleri lezzetli mi, lezzetli. Tandır kebabının lezzeti tadı

damağında kalıyor insanın.

Oralarda bir miktar alkollenmenin tadı da bir başka.

Dünürler çok zaman gece soba yaktıklarını bile söylediler. Evin içi dışarıya göre daha serindi gerçekten.

Özellikle hafta sonları çevre deki yerleşim birimlerinden gelenler oluyordu. Bunlar oralarda bulunan lokantalarda gününü geçiriyor, tandır tüketip akşamı ediyorlardı.

Dağa çıkarken Kurşunlu Köyünden de geçtik. Uzun yıllar bu köyde oturmuş dünürler Evlerini bile gördük.

Ama bizim kız torun Irmak’ın Özellikle yaylaya çıkarken ne yaramazlıklar yaptığını anlatamam.

Dönerken yapamadı, çünkü arabada uyumuştu.

Ulaştığımız geç saatlerde bile İzmir yanıyordu.