Behçet Necatigil kaç yıl önce bir aralık ayında aramızdan ayrılmıştı. Gününü de yılını da anımsamak istemiyorum doğrusu. Çünkü O benim yüreğimde yaşıyor. Ö günlerde anılardan aktarmalar yapmış ve bana gönderdiği mektuplardan parçalar sunmuştum.
Sağlığında yazdığı bu mektupların asıllarını uzun yıllar sakladım. Sonra M.Mahsun Doğan’a Pencere dergisinde yayımlaması için gönderiştim. O da çıkardığı PENCERE Dergisi’nde yayımlamıştı. Hala duruyorlar mı? Bilmiyorum. Ölümünden sonra ailesinin çabaları ve dostlarının uğraşılarıyla yazdığı mektuplar toplanmış ve kitaplaştırılmıştı. Adına düzenlenen yarışmaya katıldığım için olsa gerek bana da postalanmıştı MEKTUPLAR yapıtı
Ailesinin düzenlediği o yarışma bugün de sürmekte Yarışmaya katılmak için o yıl içinde yayımlanmış bir kitabın olacak. Öyle, dosya ile katılmak falan yok. Ve ödül tek kişiye veriliyor. Paylaştırma bile yok…muş.
Bu katı kuralların yeniden gözden geçirilirse iyi olur kanısındayım. Yaşasaydı bu kuralları koydurtmazdı kanımca.
İşte o kitapta bana yazdığı mektuplara da yer verilmiş.
O kitap bir banka tarafından son yıllarda yeniden yayımlanmış. Şiirle ilgilenenlerin bu yapıtı mutlaka edinip okumalarını öneririm.
Önceki yıllarda o mektuplardan bazılarını basın aracılığıyla yansıtmıştım. Şimdi rahmetli olan İlhan Özalp, bunları çok ilginç, yararlı ve sevecen bulmuştu. İsterse okuması için kitabı verebileceğimi söylemiştim, sevinmişti. Ama ne yazık ki nasip olmamıştı.
Necatigil öğretmenim olmuştu Çapa Eğitim Enstitüsünde (1964-1966). Gerçi ben Pedagoji Bölümü öğrencisiydim. Ama seçmeli olarak da Türkçeyi istemiştim. Behçet Necatigil’den başka Ahmet Kabaklı’ da (Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı da yapardı)
derslerimize giriyordu.
Bir ara radyo tiyatroları yazmış, Almanca’dan çeviriler yaparak edebiyatımızı zenginleştirme yolunda ürünler vermişti.Sözlükleriyle de çalışmalarını pekiştirmişti.
O’nun çok ünlenen iki şiiri vardı: Kır Şarkısı- Gizli Sevda . Kır Şarkısı ders kitaplarına girmiş Gizli Sevda hep gündem de kalmıştı. Her gencin şiir defterine giren ve başköşe de yer alır o şiiri.Her toplantı da okunurdu.
Ozanımız daha çok, evlerin, sokakların,yoksulluğun sözcüsü gibidir. Ezilen ve sömürülen insanların, dertleri ve acıları şiirinin temeli olmuştur. Yazdıkları modern şiirin örnekleri oldu hep, Hiçbir gruba katılmadı. Tek başına yaşadı ve yazdı. Uyak zorlamalarını istemezdi. Ama şiirin özgürlüğünü engellemeyen uyaklara da karşı çıkmazdı. Kendiliğinden u oluşuyorsa karşı çıkmazdı. Ama uyak zorlamalarını istemez ve sevmezdi.
Sağlığının son yıllarında yazdığı ve kendisinin de çok sevdiği bir şiiri var;”Solgun bir gül dokununca…” Alıntılar yapabilirim o şiirinden
“Çoklarından düşüyor da bunca / Görmüyor gelip geçenler/ eğilip alıyorum /Solgun bir gül oluyor dokununca…”
Ve şöyle sonlanıyor aynı şiir:
“Alıp alıp geliyorum uyumuyor bütün gece /Kımıldamıyor karanlıkta , ne zaman dokunsam /Solgun bir gül oluyor dokununca.”
Yaşam da öyle değil mi? Neresine , nasıl dokunsan solgun bir güle dönüşüyor her şey. Ekranlara bir bakın. Her kanalda solgun güller, her ekranda akıl almayacak, suçlamalar , yolsuzluklar…İnsanın yüreğini dağlayan şehit haberleri.
Bıktıran, usandıran , iğrenç haberler… Öte yanda politikacıların anlamsız suçlamaları ve çekişmeleri. Yani umutsuzluğun yaygınlaşması için elden ne geliyorsa ortalıkta. Ergenekon bir yanda, Deniz Feneri öte yanda. Uzayıp uzayıp bir türlü sonlanmayan ve karara bağlanamayan sanal öyküler.
Yerim dar deyip ülkeyi kan gölüne çevirenler! Yazık şu “yalnız ve güzel” ülkeme. Yazık ki, ne yazık hem de…
Saçmalığın böyle, alıp başını gittiği günler. Kan gölüne dönen ülkem. Açılımlı, saçılımlı yaklaşımlar.
Gel de bunalma , gel de solgun bir gül gibi yaşama. Gel de şu sonbahar hüznüyle kucaklaşma.
Aydınlık nerde mi? Dağa kaçtı… Dağ nerde?.. Yandı, bitti…
Böyle günlerde kim uğraşır şiirle… Kim dinler Markopaşa’yı…Sanat aydınlığı bile karartıldı. Geriye ne kaldı? Karanlıklara doğru gidişe DUR demeye galiba!...