Giriş
Matematiğim lisede iyi, yüksekokulda çok iyiydi. Matematiği sevmemde lisedeki matematik öğretmenim Hüseyin Evcil’in katkısı olduğunu belirtmeliyim. Hocam, matematik derslerinde bizlere yeri geldiğinde Tales (Thales), Pisagor (Pythagoras), Öklid (Eukleides)’ten bahseder, örneklerle matematiğin kavram, tanım ve kurallarını açıklamaya çalışırdı; hayatta başarılı olmak için matematiği bilmenin gerekliliğini anlatırdı. Hüseyin Evcil(1) hocam sayesinde o dönem Ergani Lisesi’nde okuyan bizler büyük bir başarı yakalayarak üniversite sınavlarını kazandık; ben ve çok sayıda arkadaşım çok iyi okullarda öğrenim gördük. Kısacası, lise yıllarımda Tales, Pisagor, Öklid gibi ünlü matematikçilerle tanıştım. Tabii o zamanlar, bunların aynı zamanda birer filozof olduklarını bilmiyordum.
Felsefeyle tanışmam ise yüksekokul yıllarımda oldu. Devrimci düşünceye yönelince her türden bol kitap okumaya başladım. O dönem düzenli ve planlı olmasa da zaman zaman felsefe içerikli kitapları öğrenme amaçlı okuyordum. Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri, Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiği, V. Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm, J. Stalin’in Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm, Eflatun’un Devlet adlı kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. Bu okumalarım sonradan hep devam etti…
Müslüm Üzülmez-Dörtayaklı Minare’nin yanı-Sur/Diyarbakır. 26 Eylül 2023 Foto: A. Haydar Üzülmez
Yakın bir zamanda, MS 180-240 yılları arasında yaşamış Antik Yunan felsefe tarihçisi Diogenes Loertios’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri ile Fransız yazar ve felsefe profesörü Jacqueline Russ’ın Avrupa Düşüncesinin Serüveni/antikçağlardan günümüze batı düşüncesi kitaplarını eşzamanlı okurken çok sayıda filozof ve düşünürün aynı zamanda çok iyi matematikçi olduklarını -geç de olsa- fark ettim.
Ayrıca, Antik Yunan ve Roma döneminde yaşamış filozofların yaşam öykülerini okurken, filozofların pek çoğunun Anadolu kökenli olduğuna tanık oldum. Kitaplarda adı geçen yer isimlerinden: İyonya/İonia veya İlyon denen yer, bugün İzmir, Aydın, Muğla, Denizli, Manisa, Balıkesir, Çanakkale bölgesini, yani İda/Kazdağlarını içerisine alan alanı; Milet, Ege bölgesinde Büyük Menderes nehrinin ağzına yakın deniz kıyısında antik bir liman şehrini; Pontus/Pontikus, Karadeniz bölgesini; Tuvana, Kapadokya bölgesinde eski bir yerleşim yerini; Samosata, Kommagene Krallığı sınırları içerisinde kalan ve sonra Roma İmparatorluğu hâkimiyeti altına giren bugün Adıyaman’a bağlı ilçelerden Samsat’ı ifade etmektedir. Bu ve benzer yerleşim yerlerinden çıkmış, yani Anadolu kökenli filozoflardan çok bilinenlerden bazılarını şöyle sıralayabilirim: Miletli Thales (MÖ 624-546), Ephesos/Efes’li Herakleitos (MÖ 540-480), Urlalı Anaksagoras (MÖ 500-428), Sinoplu Diyojen/Diogenes (MÖ 412-323), Pontuslu Herakleides (MÖ 390-310), Assoslu Kleanthes (MÖ 331-232), Tarsuslu Zenon (M.Ö. ?-200), İznikli/Nikaialı Hipparkhos (MÖ 190-120), Tuvanalı Apollonius (MS 15?-98?), Samsatlı Loukianos (MS 125-180), vs…
Yukarda verdiğim örneklerden de görüldüğü gibi, eskiden Anadolu renkli bir düşünceler bahçesiymiş. Peki, ne oldu da veya neden bu güzelim renkli düşünce bahçesi kuru bir çöle döndü?
Maşallah âlimlerimiz, şeyhlerimiz, tarikat liderlerimiz çok. Tamam, bunlar da olsun, ama neden bunların yanında bir Roger Bacon’ımız, bir Galileo Galilei’miz, bir Nicolas Copernicus’umuz, bir Giordano Bruno’muz, bir Isaac Newton’umuz, bir Pierre Gassendi’miz, bir René Descartes’imiz, bir Blaise Pascal’ımız, bir Bernard Bolzano’muz yok?(2)
Bunu bir düşünelim derim!
Kuru çöl yeniden renkli düşünce bahçesine dönüşebilir mi?
Olabilir, ama bunun olması için felsefe ve matematiğin baştacı edilmesi ve bilim insanlarımızın kadir kıymetinin bilinmesi gerekir. Gelin görün ki, yöneticilerimiz genellikle felsefe ve matematikten pek hoşlanmıyor, insanlarımız ise soğuk bakıyor.
Ben, felsefeye ilgi duyan bir kimya mühendis olarak yetilerim ölçüsünde bu algının çok az dahi olsa değişmesine katkı sunmak için; Avrupalı matematikçi veya matematiği dayanak yapıp düşünce oluşturan ve yaşama paha biçilmez katkılar sunan filozof ve düşünürlerden bazılarını, tarih sıralamasına göre, yaşam öyküleri, düşünce ve felsefelerinden ziyade matematikle olan ilişkilerini ön plana çıkartarak tanıtmak/anlatmak istiyorum.
Bazı düşünür ve yorumcular, Antik Yunan filozoflarını Sokrates öncesi/sonrası, bazıları da Platon öncesi/sonrası şeklinde bir ayrıma tabi tutarlar. Bence doğru olan Sokrates öncesi/sonrası şeklinde olandır. Nedeni de, Sokrates öncesi filozofların büyük çoğunluğunun yüzlerinin doğaya yönelik, sonrasındakilerin ise doğaüstü/metafiziğe yönelik oluşudur. Yani Sokrates kırılma noktasıdır. Aristoteles de bunu farklı bir anlatımla onaylamaktadır: “Felsefeyle ilk uğraşanların pek çoğu her şeyin ilkelerinin yalnızca madde biçiminde olduğunu düşündüler” der.
Bu yazımda ben herhangi bir ayrıma girmeden, dediğim gibi, sadece matematikçi olanları esas alacak ve bunları anlatmaya çalışacağım.
Anlatımımı okurken, bu Avrupalı filozof ve düşünürlerin düşüncelerinin önem ve anlamlarını daha iyi kavrayabilmek için, zamanın ruhunu, zaman ve mekân durumunu gözden ırak tutmayalım; insanların yaşadığı toplumsal koşulları, doğup geliştiği insan ortamının toplumsal koşullarına bağlayan ilişkileri aklımızın bir köşesinde hep saklı tutalım.
İkincisi de, bu çalışmanın akademik bir çalışma olmadığı; metin içerisinde çok fazla kaynak göstermenin okuyucunun dikkatini dağıtacağı ve sayfa olarak da çok yer kaplayacağını düşünerek alıntılar yaptığım, bilgi edindiğim veya yorumladığım eserlere ilişkin yazımın sonunda topluca bir Kaynakça sunmanın daha iyi olacağını düşünerek böylesi bir tercih yaptığımın bilinmesini isterim.
Birinci Bölüm: “Matematik Evreni Yönetir”
Edebiyat duygulara seslenmeyi, Felsefe akla dayalı düşünmeyi, Matematik ise çözümü hedefler.
Böyle olunca da, Batı dünyasında felsefe akımlarının fitilini ateşleyenlerin çoğunun matematikçi olması bence tesadüfi değildir.
Matematik Antik Yunanca “matesis”, “ben bilirim” kelimesinden türetilmiştir.
Diogenes Loertios’un yazdığı Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri kitabında Pontuslu Herakleides’in dediğine göre, “felsefe adını ilk kez anan ve kendini filozof olarak adlandıran ilk kişi Pythagoras olmuştur.”
Bu veriden hareketle, Felsefe adını ilk kez anan ve kendisini de Filozof olarak adlandıran ilk kişinin bir matematikçi olması acaba bir tesadüf mü? Bilmiyorum. Tesadüf olsa da güzel bir tesadüf olmuş; felsefe ve matematiğin yoldaşlığına güzel bir başlangıç oluşturmuştur.
Felsefe tarihinde matematik vurgusunu başlatan da yine Pythagoras’tır. Daha sonraları Platon Devlet adlı eserinde aritmetik ve geometriye yer vermiş ve Batı dünyasındaki ilk yükseköğretim kurumu olan Atina Akademisi’ni kurduğunda da kapısına “Matematik Bilmeyen Giremez” diye yazmıştır.
Neden böyle bir yazı yazmış?
Kanımca, matematik bilmeden ya da matematiksel olanı kavramadan felsefeci olunmayacağını, yani Akademiye girmenin çok zor bir iş olduğunu belirtmeye çalışmış.
Yine Diogenes Loertios’un belirlemesine göre, felsefenin iki başlangıcı olmuştur: İyon Felsefesi ve İtalyan Felsefesi. İyon felsefesi Thales’in öğrencisi Anaksimondros’la, İtalyan felsefesi ise Pythagoras’la başlıyor. Ve ne ilginçtir ki, burada da yine iki matematikçi karşımıza çıkıyor: Thales ve Pythagoras.
Bu kısa girişten sonra, Antik Yunan döneminde yaşamış matematikçi filozofların çok ünlü olanlarından bazılarını artık sıralayabilirim:
1. Tales/Thales
Tales/Thales, MÖ 624-546 yılları arasında Antik Yunan’da yaşamış Miletli bir matematikçi filozoftur.
Antik Yunan felsefe tarihi Thales’le başlatılır.
Thales’te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun “Neyin var olduğu”, “Neyin gerçek olduğu” ya da “Neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır.
Thales yedi bilgenin ilkidir, “Kendini tanı” sözünün ona ait olduğu söylenir.
Yıl içinde mevsimleri bulan ve yılı 365 güne bölendir. Ayın son gününe “otuzuncu gün” adını ilk o vermiştir. Bazılarına göre, doğa üzerine konuşan ilk kişi o olmuştur. Kimilerine göre de yıldızlarla ilgilenen ilk kişidir. Denizcilere kuzey yönünü belirlemek için Küçük Ayı’yı izlemelerini tavsiye eden de odur. Yine antik filozoflardan bazıları, “onun Mısırlılardan geometriyi öğrenip çember içine bir dik üçgen çizen ilk kişi olduğunu” söyler. Ama bazıları da bu üçgen olayının Pythagoras’a ait olduğunu söyler.
Thales düzlem geometrisi üzerine de çalışmıştır. Özellikle “Thales teoremi” diye bilinen benzer “Üçgenler teoremi” bugün hemen hemen bilimin bütün dallarında kullanılan çok temel bir kavramdır.
Dört ilke de ona atfedilir:
1. Çap daireyi ikiye böler,
2. Eşkenar üçgenin iç açıları eşittir,
3. Kesişen iki doğrunun ters açıları birbirine eşittir,
4. Üçgenlerden birinin bir kenarıyla iki açısı diğerinin bir kenarıyla iki açısı eşitse bunlar eş üçgenlerdir.
Thales’in Medlerle Lidyalılar savaşırken gerçekleşen Güneş tutulmasının zamanını önceden bildiği de söylenir. Ama güneş tutulmasını önceden bilmesi nedeniyle, Ortaçağ’da kilise tarafından yargılanan Bruno ve Galileo gibi dinsel kurumlarca yargılanmaz, aksine “bilgelikle” ödüllendirilir.
Anlatılan bir anekdota göre, “Yıldızlara dalıp bakarken ve gözlem yaparken bir çukura düşmüş ve insanlar da gök cisimlerinin bilgisine sahip ama ayaklarının ucundakini göremeyen biri diye onunla alay etmişler.”
Ve yine anlatıldığına göre; Thales, İskenderiye’deyken Mısırlılar bir problemle uğraşıyorlarmış: Zamanın aşımına uğrayarak tepesi alçalan piramitlerin o zamanki gerçek yüksekliğinin ne olduğunu ölçmek. Thales buna pratik bir çözüm getirmiş: “Yere bir çubuk dikin” demiş, “ne zaman ki çubuğun gölgesi kendi yüksekliğine eşit olur, o zaman piramidin gölgesini ölçün. O size piramidin yüksekliğini verecektir,” demiş. Mısırlılar bu pratik ve zeki çözüm karşısında çok etkilenmişler.
Thales’in hiçbir yazılı eser bırakmadığı söylenir. Nietzsche de, “Thales’in hiç yazısı yoktur,” der.
Felsefesine gelince, ilk doğa filozofu olduğu dünyaca kabul edilmektedir.
Yaklaşık doksan yaşında öldüğü söylenir.
Heykelinin üzerinde şu dizeler bulunuyormuş:
“Miletos ve İonia topraklarının gururu,
en bilge gökbilimci, Thales burada yükseliyor.”
Mezar taşında ise şu dizeler varmış:
“Bilgeler bilgesi Thales’in mezarı bu:
kendisi küçük ama şanı göklere çıkıyor.”
2. Pisagor/Pythagoras
Pisagor/Pythagoras, MÖ 570-495 yılları arasında yaşamış İyonyalı bir Antik Yunan filozofudur.
Yedi bilgeden biridir. Platon ve Aristoteles’in felsefelerini etkilediği gibi tüm Batı felsefesini derinden etkilemiştir. Thales’le de tanışmış oldukları söylenir.
İlk defa evrene “kozmos” diyen odur.
Yakın dönem felsefecilerinden R.G. Collingwood (1889-1943) Doğa Tasarımı kitabında, “Yerin küre biçiminde olduğuysa Pythagoras’ın kendisine ait yeni bir keşif gibi görünmektedir” diye yazar.
Pythagoras, “Tellerin hareketinde geometri, kürelerin aralıklarında müzik vardır” der.
Müthiş bir matematikçidir; “kenarları eşit olmayan üçgenler” ve açı kuramına ilişkin ne varsa, alabildiğine geliştirmiştir. En bilinen önermesi ise “Pisagor teoremi”dir. “İrrasyonel” sayıları da kendisi ve arkadaşları bulmuştur.
Matematikçi Bertrand Russell’a göre Pythagoras gelmiş geçmiş en büyük filozoflardan biridir.
Jacqueline Russ da, “Samoslu Pythagoras, yarı efsanevi bir karakter olan bu Yunanlı filozof ve matematikçi bütün şeyleri oluşturan ilkeleri ve evrenin yasalarını sayılarda” gördüğünü belirtir.
Kısacası, Pythagoras gerçekliğin rakamlar üzerinden nasıl anlaşılabileceğini ortaya koymuştur. Ona sayıların piridir diyebiliriz.
“Matematik evreni yönetir” ve “Her şey sayıdır” deyişleri ona aittir.
Pythagoras’ın bu sözlerini sıradan sözler gibi düşünmeyelim, çünkü günümüzde hayatımızı sayılar kuşatmıştır, sayılar olmadan artık bir hiçiz! Günlük yaşantımızda kimlik no, sicil no, kapı no, daire no, kredi kartı no, üyelik no, telefon no, kitap sayfa no gibi no’lar/sayılar uzayıp gitmekte. En önemlisi de bilgisayar işlemlerinin temelinin sadece sıfır (0) ve bir (1) gibi iki rakama dayanmış olması ve bilişim teknolojisinin yaşamımızı tümden etkisi altına almış olmasıdır. Pythagoras’ın günümüzden yaklaşık 2 500 yıl önce “Matematik evreni yönetir” ve “ Sayı her şeydir” sözlerinin anlamı bu olsa gerek? Ne muazzam bir öngörü!
Pythagoras ve sonradan öğrencilerinin her şeyin temelini sayıların oluşturduğunu ve sayılara dayandığını söylemeleri nedeniyle, Aristoteles Metafizik adlı eserinde “Beyaz, tatlı ve sıcak gibi özellikler nasıl sayı olacaklar?” diye sormak gereğini duymuştur.
Pythagoras zengin ve çok gezen biridir. Mısır gezisinden sonra doğduğu Sisam adasına döner ve burada çok sayıda öğrenci/yandaş edinir. Sonra yandaşlarıyla Güney İtalya’ya göç edip yerleşir. Burada “çok sıkı yaşama kuralları olan, kısmen dinsel, kısmen felsefi ve bilimsel, kısmen de siyasal bir tarikat kurduğu” anlatılır.
Ve matematikçi Sinan Sertöz’e göre, burada dinsel bir cinayet sonucu Pythagoras ve öğrencileri öldürülür. Olayı şöyle anlatır:
İtalya’da “dostluk üzerine bir tarikat kurdu. […] Nihayet bir gün çok tanrılı dine inanan bir grup, Pisagor tarikatını toplantı sırasında bastı ve onları gökyüzü hakkında fikirler ileri sürmekle suçlayarak hepsini öldürdü. Bu cinayete katılanların hiçbirinin bugüne ismi kalmadı. Fakat Pisagor ve dik üçgenleri tarihin derinliklerinden, 2000 yıl öteden, hâlâ bizimle dost.”
Hegel ise, bazı tarihi kaynaklara dayanarak Pythagoras’ın MÖ 504 yılında “aristokratlara karşı bir halk ayaklanması sırasında” öldüğünü söylemektedir.
Yine Hegel’e göre, Pythagoras’ın oluşturduğu okul/tarikat, “gönüllü bir rahiplik karakterine veya modern zamanların keşiş düzenine sahipti. […] Her bir üye servetini düzene teslim etmiş olmalıydı, ama emekli olunca bunları geri alıyorlardı ve deneme süresi döneminde sessiz kalınması tembihleniyordu. […] Fakat burada Pythagoras’ın, bilim öğretilerini getirmiş Yunanistan’daki ilk eğitici olarak görülebileceğini belirtmek önemlidir; ne ondan daha eski olan Thales ne de çağdaşı Anaksimandros bilimsel açıdan eğitim vermişti, fikirlerini sadece dostlarına söylemekle kalmışlardı. O dönemde genel anlamda hiçbir bilim söz konusu değildi; bir felsefe bilimi, matematik, hukuk ya da başka bir şey yoktu, bu konulara dair salt tek tük önermeler ve olgular bulunuyordu. Silahların kullanılması, teoremler, müzik, Homeros’un veya Hesiodos’un şarkılarını, tripod ilahileri, vb. söylemek veya başka sanatlar öğretiliyordu.”
Pythagorasçı felsefe realist felsefeden zihinsel felsefeye geçişi oluşturur.
Bazı filozoflar Pythagoras’ın bir tane dahi yazılı eser bırakmadığını söyler, ama Diogenes Loertios üç eseri olduğunu belirtir: Eğitim, Devlet ve Doğa.
3. Tarentumlu Arkhytas
Tarentumlu Arkhytas, MÖ 440-360 yılları arasında yaşamış bir Antik Yunan matematikçi, filozof ve devlet adamıdır.
Tarentum site/şehir devletinin yöneticilerinden olup Pythagorasçı geleneğin son önemli temsilcilerinden biridir.
Devlet adamı olmasının vermiş olduğu kudretten dolayı, her yerde kovuşturmaya uğrayan Pythagorasçılara önderlik edip onları korumuştur.
Platon’un da arkadaşıdır; onu ölümden kurtardığı da söylenir.
Matematik, fizik, müzik felsefesi, mekanik, siyaset alanlarında çalışmalar yapmıştır.
Ahmet Cevizci, Arkhytas’la ilgili şunları yazmaktadır:
“Arkhytas’ın, matematiğin varolan her şeyi anlamanın, evrenin gizlerini çözmenin anahtarı olduğu tezinin olabilecek en güçlü savunucusu olduğu kabul edilir. Her ne kadar birçok konu üzerinde çalışmış olsa da, matematik onun ana konusu olarak kalmış, ve Arkhytas bütün diğer disiplinleri matematiğe bağlı, matematiğin bir şekilde türevi olan disiplinler olarak görmüştür. Matematiği, bütünüyle teknik birtakım disiplinlerle, yani geometri, sayılar teorisi olarak aritmetik, betimleyici astronomi ve ses ile ahenk anlamında müzikle sınırlamıştır; bütün bu disiplinler, sayı ve büyüklükle ilişkili varlık türlerini ele aldıkları için, ona göre kardeş bilimler olmak durumundaydı.”
Diogenes Laertios da, “matematik ilkelerini kullanarak mekaniği ilk kez sisteme bağlayan odur” der. Bu nedenle, Arkhytas, matematiksel mekaniğin babası olarak da bilinir.
Tahtadan uçabilen bir güvercin yaptığı ve uçurtmayı bulanın da o olduğu söylenir.
4. Eflatun/Platon(3)
Eflatun/Platon, MÖ 427-347 yılları arasında yaşamış bir Antik Yunan filozofu ve bilgesidir.
Üzerinde en çok tartışılan/konuşulan filozoflardan biridir.
Diogenes Loertios’a göre, “Felsefesinde duyumsama öğretisini Herakleitos’tan, akılla kavrama öğretisini Pythagoras’tan, siyasi öğretisini de Sokrates’ten” almıştır.
Friedrich Nietzsche, bu özelliğinden ötürü Platon’a, felsefe tarihinin ilk büyük melezidir der.
Tarihin tanığı ilk yükseköğrenim kurumu olan Atina Akademisi’ni Platon kurmuştur. Akademi’nin kapısına da, “Matematik Bilmeyen Giremez” diye yazmıştır. MÖ 385 yılında kurulan bu Akademi’de matematik, astronomi, doğa bilimleri, retorik, mantık, siyaset ve metafizik konularında eğitim verilir.
Platon’un bilimler sınıflamasında yer alan ilk bilim aritmetiktir. Aritmetik, “Platon’un gözünde teorik değeri, onun insan zihnini duyudan ve duyusal olandan kurtararak, soyut düşünceye geçişi sağlamasından meydana gelir. Aritmetik dakik ve kesin niceliksel yöntemleriyle duyu algısındaki açık çelişkileri ortadan kaldırır. Aritmetiğin önemi, temelde onun olmasından meydana gelmekle birlikte, Platon aynı zamanda aritmetiğin pratik değerine de dikkat çeker. Onun bilimler sınıflandırmasında aritmetiği geometri izler.”
Platon’un ölümünden sonra, kurduğu Akademi öğrencileri tarafından -değişik adlar alsa da- yüz yıllarca varlığını sürdürmüştür. Örneğin, MS 592 yılında Hıristiyan imparator Justinien tarafından ilan edilen bir fermanla Yeni Platoncu Akademi kapatılmıştır. Bir Platon hayranı olan Cosimo de Medicisi de 1434 yılında İtalya şehir devletlerinden Floransa’da iktidarı ele geçirince Floransa Platon Akademisi’ni dokuz yüz yıl sonra yeniden kurmuştur.
Hegel’e göre, “Sokratesçiler arasında sayılması gereken Platon, Sokrates’in dostları ve öğrencileri arasında en ünlüsüdür ve nihai gerçekliğin bilinçte yattığı yönündeki Sokrates’in büyük ilkesini hakikati içinde kavramış olan da odur, çünkü ona göre mutlak, düşüncededir ve tüm gerçeklik Düşüncedir. […] Platon’un felsefesinin özgün yanı düşünsel ve duyuüstü dünyaya başvurması ve bilinci tin krallığına yükseltmesidir.”
Diogenes Loertios’a göre, “Felsefede antipod, öğe, diyalektik, nitelik, çarpanları eşit olmayan sayı, belli sınırlar içinde kalan düzlem ve tanrının öngörüsü kavramlarını ilk kez kullanan da odur.”
Düşüncelerini açıklamada çoğunlukla tümevarım yöntemini kullanmıştır. Platon’a göre, “ruhun ilkesi aritmetiktir, bedenin ilkesi ise geometriktir.”
Platon’un çok sayıda eseri bulunmaktadır ve bunların çoğu da varlığını koruyarak günümüze ulaşmıştır.
Ütopik bir tarzda yazdığı en ünlü yapıtı Devlet adlı eserinde düşlediği ideal devleti anlatmıştır.
Platon’un devlet düşüncesi bugün hâlâ etkisini şu veya bu şekilde sürdürmekte ya da tartışılmaktadır.
Ve Platon hakkında pek çok ilginç söylenti de bulunmaktadır. Örneğin; Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabında, MS 2. yüzyılda yaşamış Suriyeli Apamealı Numenius’un, Platon’u “Yunanca konuşan Musa” olarak adlandırdığını ve “Platon’un tanrı ve yaradılış öğretilerini Musa ile alâkalı yazılardan çalmakla” suçladığını yazmaktadır. Yine Schopenhauer aynı kitabında Hıristiyan ilahiyatçı İskenderiyeli Clement’in (MS 150-215) de, “Yahudi olmadıklarından dolayı bütün Yunan filozoflarını papazca azarlayıp onlarla alay ettikten sonra sadece Platon’u geometrisini Mısırlılardan, astronomisini Babillilerden, sihrini Trakyalılardan ve pek çok diğer şeyi Asurlulardan öğrendiği gibi teizmi de Yahudilerden aldığını söyleyerek” Platon’u yücelttiğini belirtir.
Platon’un bir özelliği de, el işçiliğini, çalışmayı, hatta mühendisliği bile küçümsemesidir; özgür bir insanın çalışmaması gerektiğini söyler. Öğrencisi Aristoteles’te aynı düşünceleri paylaşır ama çağdaşı ve kendisi gibi Sokrates’in öğrencisi olan Ksenophon (MÖ 431-355) çalışmaya övgüler düzer. Ksenophon, Avcılık Sanatı kitabında: “İnsanların yararına olan tüm her şeyi sıkı bir şekilde çalışan adamlar keşfederler. Çalışmaya istekli olanlar daha iyilerdir,” der.
5. Aristo/Aristoteles
Aristo/Aristoteles, MÖ 384-322 yılları arasında yaşamış Antik Yunan bilgelerinden ve düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir.
Felsefede gerçekçiliğin “babası” ve mantığın “öncüsü” kabul edilir.
Aristoteles, Platon’un en has öğrencisidir. 17 yaşında Platon’un Akademisi’ne girip burada 20 yıl eğitim görmüştür.
Aristoteles’in hakikat ya da doğrular karşısındaki tavrına örnek olarak şu sözü sıkça hatırlatılır:
“Platon’u severim, ancak hakikati daha çok severim.”
Tabii dilin kemiği yoktur; Platon’la ilişkileri hakkında çok şey söylenmektedir. “Platon’un sağlığında ondan ayrıldı; bu yüzden, anlatıyorlar, Platon ‘Aristoteles bize tekmeyi vurdu, tıpkı onları doğuran anayı tekmeleyen taylar gibi’ demiş.” Ama başkaları da Atina adına elçi olarak görevlendirildiğini, görev sonrası döndüğünde Akademi’nin başına Ksenokrates’in geçtiğini anlayınca geri döndüğünü belirtiyor. Bu boş günlerinde “bir aşağı bir yukarı gezinerek felsefe yapmayı yeğlemiş: Buradan ‘Peripatosçu’ (dolaşan) adını almış. Bazıları da, hastalıktan yeni kalkmış, gezinip dolaşan İskender’e eşlik ettiği ve onunla birtakım konular üzerine konuştuğu için böyle anıldığını söyler.”
Burada söz konusu edilen İskender, Makedonya Kralı Büyük İskender’dir.
MÖ 343 yılında Makedonya Kralı Philippos, Büyük İskender daha 13 yaşındayken onun eğitimiyle ilgilenmesi için Aristoteles’i görevlendirmiştir.(4)
Aristoteles, Büyük İskender’in öğretmenliğinden sonra Atina dışında, Assos’ta (Çanakkale ilinde Behramkale) kendi okulu Lykeion Akademisi’ni kurmuştur. Lise adı buradan gelmektedir.
MÖ 323’te, Büyük İskender’in ölümünden sonra, Aristoteles eski bir şiirinden dolayı dinsizlikle yargılanır, Sokrates’in başına gelen kendisinin de başına gelmemesi için Khalkis’e gider ve orada ölür.
Yazılı kaynaklarda Aristoteles’in biyoloji, botanik ve eczacılık (bitkilerden ilaç yapma) biliminin de temelini attığı, İskender’le kimi savaşlara katılarak gittiği yerlerden bitkiler topladığı, kimi öğrencilerini İskender’le birlikte sürekli savaşta tuttuğu, İskender’in fethettiği yerlerden bitkiler getirttiği yazılmaktadır. Bu nedenle Aristoteles “biyolojinin babası” olarak da anılır.
Aristoteles pek çok konuda çok sayıda eser kaleme almıştır: Felsefe Üzerine, Matematik, Tanımlar, Yöntem Kuramları, Yönteme Dair, Doğa Üzerine, Fizik, Metafizik, Mekanik, Devlet, Eğitim Üzerine, Yaygın Eğitim, Erdem Üzerine, Ruh Üzerine, Müzik Üzerine, Aşka Dair, Belleğe Dair… kitaplarından sadece birkaçıdır.
Bu kitaplarda genel olarak şu görüşleri ileri sürüyor, kısaca: “Felsefe, kuramsal (teorik) ve uygulamalı (pratik) olmak üzere iki bölümdür; uygulamalı felsefe ahlak ve politika alanlarını kapsar; politika da kabaca topluma ve aileye ilişkin diye tanımlanır; kuramsal felsefenin bölümleri fizik ve mantıktır; mantık kendi başına bir bilim değil, öteki bilim dallarının temel aracıdır. Aristoteles buna da ikna ve doğruluk olmak üzere açıkça iki amaç saptamıştır. Bunlardan her biri için de iki olanaktan yararlanmıştır: ikna için eytişim (diyalektik) ve hitabet, doğruluk için de çözümleme ve felsefe; Aristoteles buluş, yargı ve kullanım alanlarında hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.”
Aristoteles’in matematikle ilgili düşüncesi süreklilik ve sonsuzluk konusunda yapmış olduğu açıklamalardan oluşur. Onda sonsuzluk kavramı gerçek anlamda değil, gözlenemeyen bir nitelik taşır.
Aristoteles’e göre, tanrı “düşünce üstüne düşünen düşüncedir”.
Günümüzde bile hâlâ Aristoteles felsefi tartışmalarda adından çokça söz edilen bir filozoftur.
Hegel, Aristoteles’in “şimdiye dek ortaya çıkmış olan tüm bilimsel dâhilerden en zengin ve derin olan”ı olduğunu belirtir.
6. Öklid/Eukleides
Öklid/Eukleides, MÖ 330-275 yılları arasında yaşamış İskenderiyeli Antik Yunan bir matematikçi filozoftur.
Kendinden önce yaşamış Thales, Pythagoras, Platon, Aristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alarak yazdığı Elemanlar eseri 2 bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. “Geometrinin kurucusu” veya “geometrinin babası” olarak bilinir.
Düzlem geometrisi, aritmetik, sayılar kuramı, irrasyonel sayılar ve katı cisimler geometrisi konuları üzerine eserler kaleme almıştır.
Kendisinden ve birden başka hiçbir tamsayıya bölünmeyen (2, 3, 5, 7, 11, gibi…) sayılara asal sayı denir. Sinan Sertöz’ün belirttiğine göre, Öklid binlerce yıl önce “asal sayıların sonsuz olacağını, hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren bir ispat vermiş.” Ve bugün okullarda asal sayıların sonsuz olduğunu göstermek için kullandığımız ispat Öklid’in yaptığı ispattır. “İkibin yıl önce şarkı söyleyip meşhur olup da hâlâ daha adından bahsettiğimiz herhangi bir şarkıcı yok. […] Ama 2.500 yıl önce ‘sonsuz tane asal sayı vardır, nedeni de şudur’ diyen adam meşhur. […] Matematikçiler arasında bu bir espri konusudur: ‘Meşhur olmak istiyorsanız şarkıcı değil, matematikçi olmanız gerek’ denir.”
7. Sisamlı Aristarkus
Aristarkus, MÖ 310-230 yılları arasında yaşamış Sisamlı Antik Yunan bir gökbilimci ve matematikçi düşünürdür.
Evrenin merkezine dünyayı değil, güneşi koyan gün-merkezlilik düşüncesinin bilinen ilk savunucularındandır. Pythagoras’dan etkilendiği, Copernicus’un da öncüsü kabul edilir.
Ahmet Cevizci’ye göre, “Dünya’nın kendi etrafında ve Güneş’in çevresinde dönüşü fikrini geliştirmiş ve bu konuda ilk isimlerden biri olmuştur (ve bu yüzden dinsizlikle suçlanmıştır).”
Aristarkus’un görüşleri 1800 yıl boyunca Aristoteles ve Klaudyos Batlamyus’un yer-merkezli teorileri karşısında maalesef Copernicus, Kepler ve Newton’un buluşlarına kadar pek itibar görmemiştir.
Günümüze kadar ulaşabilen Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları isimli güneş merkezli evren modeline dayanan eser Aristarkus’a atfedilir. Bu çalışmasında o dönemlerde daha hiçbir gök cisminin boyutu bilinmediğinden uzaklık ve yarıçapları, yer yarıçapı cinsinden vermiştir. Ay’ın evrelerini takip etmiş buradaki gözlemlerinden Ay ve Güneş uzaklıkları oranını bulmuştur. Gökbilimi hakkında burada yaptığı çalışmalar daha sonra Copernicus modeline temel oluşturmuştur. Kitabın orijinali kayıp olmasına rağmen Kum Hesaplamaları kitabında Arşimed Aristarkus’un başka bir çalışmasıyla ilgili şu bilgiyi aktarmaktadır:
“Sen (Kral Gelon) senin de bildiğin gibi ‘’evren’’ birçok gökbilimcinin dünyanın da merkezi olan alana verdiği isimdir ve yarıçapı dünyanın merkezi ile güneşin merkezi arasındaki doğrunun uzunluğuna eşittir. Bu hesaplama şu ana kadar gökbilimcilerin ortak görüşüdür. Fakat Aristarkus’un hipotezler içeren kitabındaki varsayımların bir sonucu olarak aslında evrenin sanılandan çok daha büyük olduğu iddia ediliyor. Hipoteze göre sabit yıldızlar ve güneş hareket etmezken dünya belirli bir yörüngede güneşin etrafında dönüyor, güneş merkezde yer alıyor ve sabit yıldızlar güneş ile aynı merkezin etrafında duruyor.”
Bugün, Ay’daki kraterlerden birine onun adı verilmiştir: Aristarkus Krateri.
8. Arşimed/Arkhimedes
Arşimed/Arkhimedes, MÖ 287-212 yılları arasında yaşamış Antik Yunanlı matematikçi ve fizikçi bir filozoftur.
Hidrostatiğin ve mekaniğin temelini atmıştır.
Bir hamamda su ile yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti ilgili buluşu en çok bilinen buluşudur. Ayrıca, pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın kaynağı da Arşimed’tir.
Söylenen bir popüler rivayete göre Arşimed, Roma kuvvetleri Siraküza şehrini ele geçirdiğinde matematiksel diyagram tasarlıyordu. Romalı bir asker gelip General Marcellus ile tanışmasını emretti ama Arşimed bu teklifi problem üzerinde çalışmayı bitirmesi gerektiğini söyleyerek reddetti. Asker buna öfkelendi ve Arşimed’i kılıcı ile öldürdü.
Arşimed’in mezarında, en sevdiği matematiksel ispatın çizimini gösteren bir heykel bulunurmuş. Bu çizim aynı yükseklik ve çaptaki bir küre ve silindirden oluşurmuş. Mezarın yeri bugün bilinmiyor.
Arşimed’in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında kaldıraçlar, makaralar, bileşik makaralar, vidalar, hidrolik vidalar, rulmanlar ve yakan aynalar sayılabilir.
İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim insanı da Arşimed’tir.
Çalışmalarına dayanarak söylediği “Bana bir dayanak noktası/kaldıraç verin Dünya’yı yerinden oynatayım” sözü ona aittir.
Arşimed’in eserlerinin çoğu dönemin ünlü matematikçileriyle yazışma biçiminde ve tamamen kuramsal içeriktedir. Yapıtlarının dokuz tanesinin Yunanca asılları günümüze kadar ulaşmıştır.
Bu çalışmalarının bir kısmı da İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Sinan Sertöz bu olayı şöyle anlatır:
“Ortaçağ rahipleri kâğıt kıtlığında eski kitapların içinde yazılanları beğenmezlerse siliyorlar ve üzerine kendi yazacaklarını yazıyorlardı. Bunu bilen bir Alman araştırmacıya 1906 yılında İstanbul’da böyle bir kitap gösterilir. Bu araştırmacı değişik fotoğraf teknikleriyle altta yazılan yazıyı okuduğu zaman” bunun Arşimed’in eserleri olduğunu anladı. Araştırmasında başka kopyalardan günümüze kalanların yanında, “var olduğu bilinen ama kayıp olan Metotlar adlı eserini de buldu. Bu eserinde Arşimed çözdüğü zor problemleri hangi metotları kullanarak çözdüğünü anlatır.”
9. İznikli/Nikaialı Hipparkhos
İznikli/Nikaialı Hipparkhos, MÖ 190-120 yılları arasında yaşamış Antik Yunan bir astronom, coğrafyacı ve matematikçidir.
Nikea (İznik) kentinde doğmuş ve yaşamının büyük bölümünü Rodos’ta geçirmiştir. MÖ 120’de Rodos’ta ölmüştür.
Hipparkhos, daireyi 360 eşit parçaya bölerek bunu sistematik olarak kullanan ve matematiğin bir dalı olan trigonometriyi bulan ilk kişidir. Trigonometrinin kurucusu olarak kabul edilir. Ama daha çok yıldızlara ilişkin gözlemleriyle tanınır.
“Astronomiyle ilgilenmesi bir gece gökyüzünde daha önce bilinmeyen bir sabit yıldız keşfetmesiyle başlamış. Bu buluşu onu o kadar heyecanlandırmış ki o zaman dince yasak olmasına rağmen ömrünün sonuna kadar yıldızların kataloglarını (850 kadar) hazırlamış.”
“Hipparkhos’un bugün hâlâ kullanılan bir başka buluşu da yeryüzünde konum belirlemek için enlem ve boylamları kullanmasıdır.” Dahası “günümüzden 2000 yıl kadar önce ay takvimine göre bir ayın uzunluğunu da aslından bir saniye farkla hesaplayabilmiş” olmasıdır.
***
Bu anlattıklarımın dışında daha pek çok matematikçi veya matematikle ilgilenen Antik Yunan filozofu var, ama bu kadarı yeter. Şimdi biraz da Antik Yunan sonrası filozof ve düşünürlere bakalım.
İkinci Bölüm: “Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene”
Her şey değişim halindedir.
Dinler, düşünceler, kentler, devletler, uygarlıklar da zamanla değişir ve bazen de yok olurlar.
Antik Yunan site/şehir devletleri de zaman içinde birer birer sönümlendi; MÖ 2. yüzyılda Yunanistan ve Makedonya birer Roma eyaleti haline geldi. Ve bu yayılma Romalıların yaşama biçimini değişime uğrattı. Romalılar tarafından ele geçirilen Yunanistan düşünsel olarak onlara hâkim oldu. Romalı seçkinler Yunanca düşünür ve Yunanca konuşur oldular. Ama Roma İmparatorluğu bu arada idari yapısını hem sağlamlaştırdı hem de yaydı: MS 312 yılında Roma İmparatoru Constantinus kilisenin yanında yer alıp diğer pek çok dinle birlikte Hıristiyanlığa yasal statü kazandırdı, MS 380 yılında da Hıristiyanlık/Katoliklik Roma İmparatorluğu’nun resmî dini haline getirildi ve tüm kurumlar Hıristiyanlaştırıldı. Sevgiyle, olmadı şiddetle/sopayla insanlar Hıristiyan olmaya zorlandı.
Sonrasında Hıristiyanlık, Avrupa’da Platon ve Aristoteles’in felsefi öğretisiyle yeniden temellendirilip yeni bir formatla tedavüle sokuldu.
Bu gelişmeler sonucunda, düşüncenin merkezi Atina’dan Roma’ya kaydı ve Avrupa düşüncesinin temel dayanaklarını/mirasını bundan böyle Antik Yunan, Roma ve Kitabı Mukaddes (Yahudi-Hıristiyanlık) üçlemesi oluşturmaya başladı. Ortaçağ diye adlandırılan bu dönem yaklaşık 1000 yıl sürdü: Yunanlar gibi Romalılar da Batı’daki zihinsel yapının kökeninde yer alarak hukuki ve politik model oluşturdu. Sonradan bu politik ve hukuki model tüm dünyaya Roma hukuku ve siyaseti olarak yayılmaya başladı.
Ortaçağ döneminde ve sonrasında, deneysel metot düşünceleri ve belli bir ölçüde olmak üzere matematiksel fizik düşüncesi derinden derine baskılara rağmen gelişme gösterdi. Araplar’dan öğrenilen hesaplama ilkeleri ve “Arap rakamları”nın kullanımı ile cebir ve trigonometri Avrupa bilginlerinin çalışmalarında etkinlik ve kolaylıklar getirdi. Matematik dilinin yetkinleşmesi, mantık söylemlerindeki zenginlik; Rönesans, Reform, Aydınlanma, İlerleme, İnsan Hakları Beyannamesi, Evrim, Devrim, Karşı-Devrim… tüm bunlar Moderniteye giden yolu açtı. Coğrafi keşifler, matbaanın icadı, astronomi alanında kullanılan saatler ve otomatik ölçüm araçlarının sayısının artması, teknik alanda yaşanan gelişmeler yer merkezli dünya anlayışının gerilemesine neden oldu. Teolojik sonsuzluk düşüncesi dönüşüme uğrayarak yerini uzamın sonsuzluğu yönündeki geometrik bir evren düşüncesine bıraktı: Zihinsel devrim yaşanarak “kapalı dünyadan sonsuz evrene” giden yolun kapıları açıldı.
Bu kapıları açılması, çoğunlukla düşünür ve filozofların çalışmasıyla oldu. Bunların sayıları oldukça fazla; bu nedenle, Birinci Bölüm’de olduğu gibi burada da sadece matematikçi olan ve düşünce tarihine damga vurmuş olanları -bildiklerimi- anlatmaya çalışacağım.
Filozofları anlatmaya geçmeden önce bir açıklama ve ardından da bir soru sormak istiyorum:
Antik Yunan sonrası matematikçi filozoflara baktığımızda birçoğunun teolog, rahip, papaz veya dini görevli olduğunu görmekteyiz. Sorum şu: Bizde, Müslüman âlimlerden, dini görevlilerden niçin/neden hiçbir matematikçi bilim insanı çıkmamıştır acaba?
Bunu da bir düşünelim derim.
Antik Yunan sonrası matematikçi filozof ve düşünürler:
1. Klaudyos Batlamyus
Klaudyos Batlamyus, MS 100-170 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen İskenderiyeli Yunan bir matematikçi, coğrafyacı, astronom ve müzik teorisyenidir.
Bu düşünürün hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamakta, Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylemektedir. Yunan asıllı bir Mısırlı veya Mısır asıllı bir Yunan olduğu iddia edilmektedir.
Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: Büyük Bileşim ve Coğrafya. Bu yapıtlar Avrupa’daki Ortaçağ’ın bitişinde önemli bir yere sahiptirler. Kitapların Latinceye çevrilişi ancak 12. yüzyılda yapılmıştır.
Büyük Bileşim kitabı Yunan ve Babil uygarlıklarının gökbilim bilgilerinin bir derlemesidir. Derlemenin çoğu kendisinden üç yüzyıl önce yaşamış olan Hiparkus’a dayanır. Bu eserde Dünya merkezli bir Güneş Sistemi modeli önerilir. Bu model, Copernicus’un güneş merkezli modeline kadar Batı ve İslam dünyalarında geçerli model olarak kabul edilmiştir. Kitapta ayrıca düzlem ve küresel trigonometri hakkında bir inceleme bulunmaktadır.
Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına muazzam katkılar yapmıştır; ancak o en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları Matematik Sentezi adlı eserinde toplamıştır. Bu eser on üç kitaptan oluşmaktadır.
Batlamyus bu eserinde, ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır; Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer’in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer’in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur.
Batlamyus, aynı zamanda, enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine olan uzaklıklardan söz eden ilk bilgindir.
2. Robert Grosseteste
Robert Grosseteste, 1175-1253 yılları arasında yaşamış bir İngiliz teolog, başpiskopos ve devlet adamıdır.
Mütevazı bir ailenin çocuğudur. Oxford’da ders verme ve yöneticiliğinin yanında modern bilimin gelişimine önemli katkılar sunmuştur.
Aritmetik ve geometriden politikaya, doğal bilimlerden tıp alanına kadar, bilimin bütün alanlarında etkin çalışmalar yürütmüştür.
Çalışmaları ve örnek kişiliğinden dolayı, ölümünden önce İngiltere’de saygıyla anılan bir aziz durumuna gelmiştir.
Grosseteste, Platoncudur. Kendi döneminde Aristotelesçiliğin yükselişinden şikâyetçidir; bu durumu doğru bulmaz. Onun ilgilendiği şey, bilginin kaynağı ve nedeni olan idelerdir.
Jacqueline Russ, Grosseteste’nin matematiksel bilime yaklaşımını şu ifadelerle açıklamaktadır:
“Platoncu olan Grosseteste bilimle ve bilimsel yaklaşımla ilgili çok açık bir doktrin geliştirir. Burada deneysellikle ilgili araştırmaları besleyen şey Yunanlar’daki geometrik metot anlayışıdır: Pythagorasçılar ve aynı zamanda Platon, doğayla ilgili matematiksel bir yorum olasılığını kendi araştırmalarına dahil ederler; zira sayılar doğayı açıklamaya yararlar ve hattâ Pythagorasçıların gözünde sayılar şeylerin özünü ifade ederler. Bunun bir sonucu olarak, Grosseteste’in yaklaşımında fiziğin matematikleştirilmesi yönünde bir eğilim ortaya çıkar. Matematik, biliminsanına deneysel araştırmalarında yön vermelidir: Bu modern ve temel bir düşüncedir, zira bu durumda deneysel bilginin doğruluğunu ve nedenselliğini oluşturan şey matematiktir. Burada oldukça şaşırtıcı bir atılım söz konusudur, çünkü matematiksel fiziğe dair temel nitelikte bir düşünce, matematikleştirilebilir gerçeklik anlayışı ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu durum, nitelikler fiziğinden (Aristoteles fiziği) matematiksel bir bilime doğru yaşanan bu geçiş, 1604 yılında Galileo ile birlikte insanlığın entelektüel dönüşümünü temsil etmektedir.”
Kısacası, Robert Grosseteste, bilimsel araştırma yöntemlerini belirleyerek günümüz bilim araştırmalarının temelini atanlardan biridir.
Roger Bacon, Grosseteste’in öğrencisidir.
3. Roger Bacon
Roger Bacon, 1220-1294 yılları arasında yaşamış bir İngiliz biliminsanı, matematikçi, filozof ve Fransisken rahibidir.
Burada Roger Bacon’ı kendisinden çok sonra yaşamış olan İngiliz filozof, biliminsanı, hukukçu ve devlet adamı Francis Bacon (1561-1626) ile karıştırmayalım.
Roger Bacon, çağdaş bilimin deneysel yaklaşımının tarihsel bakımdan erken olgunlaşmış bir temsilcisi olarak kabul edilir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde durur. Otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu söyler.
Özgür fikirleri yüzünden otorite ve din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yatar. Hıristiyan olmayanlardan -özellikle Araplardan- birçok şey öğrenilebileceğini söyler. Ona göre İbn-i Sina, Aristoteles’den sonraki en büyük filozoftur.
Roger Bacon’a göre, felsefenin görevi insanı Tanrı’nın bilgisine götürmek ve O’nun hizmetine koşmaktır.
Bacon, fizik biliminin matematiksel ve deneysel boyutunu öne çıkarır; bilimin ve bilginin anahtarını matematik bilimlerinde görür. Descartes’ten çok daha önce, gerçekçi ve inandırıcı tanıtlamaların matematik alanında ortaya çıktığını öngörür. Bilimsel yöntemin tümevarım ve tümdengelimden meydana geldiğini söyler. Matematiksel olanla deneysel olanı birleştirir ve deneyimin doğadaki gizemleri keşfetmeye olanak verdiğine, deneysel metodun temelini oluşturduğuna işaret eder.
Matematik, deneyim, teknik; Bacon’ın gözünde bilimin kalbini oluşturan üç temel unsurdur. Matematiğin ve aynı zamanda tekniğin deneysel bilime giden yolu açtığını düşünmek, yeni bilimin kökenlerine ulaşmaya olanak veren anlayışı oluşturur. Bunun da ötesinde, Bacon bilgi ile gücü birleştirir ki bu fazlasıyla modern bir düşüncedir-çünkü deneysel bilim güç ve iktidar sağlayan araçların yaratılmasını mümkün kılar.
Oxford’da yasaklamalara rağmen Aristoteles üzerine bütünlüklü dersler veren ve deneysel düşünceyi tanıtan da Roger Bacon’dur.
4. Leonardo da Vinci
Leonardo da Vinci, 1452-1519 yılları arasında yaşamış İtalyan bir ressam ve düşünürdür.
Bir hezârfendir, yani pek çok farklı disiplinde bilgiye sahip biridir. Hani “on parmağında on marifet var” denilir ya, o bunun da ötesindedir: Filozoftur, ressamdır, astronomdur, mimardır, mühendistir, mucittir, matematikçidir, anatomisttir, müzisyendir, heykeltıraştır, jeologdur, yazardır. Ve Rönesans Hümanizminin simgelerindendir.
Leonardo da Vinci, Floransalı bir noter ve toprak sahibi olan Ser Piero’nun evlilik dışı çocuğudur. Ser Piero’nun eşinden çocuğu olmayınca, köylü bir kadınla ilişki kurar. Leonardo da Vinci bu köylü kadından olur. Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktur. Babası, evinde onu meşru çocuğuymuş gibi büyütür ve o çağa özgü temel eğitimini alır, yani okuma yazma, biraz da aritmetik öğrenir. Birçok resim ve heykel atölyelerinde çalışır.
Yüksek düzeyde matematik ve geometriyle 30 yaşına gelince ilgilenmeye başlar.
1494 yılında arkadaşı matematikçi Lacas Pacioli İlahi Oran Üzerine kitabını bastırır, çizimlerini Leonardo da Vinci hazırlar.
Sonrasında anatomi üzerine çalışır; insan gövdesi ile çeşitli organların ayrıntılı çizimlerini içerecek şekilde. Bunun yanında matematik, optik, mekanik, jeoloji ve botanik konularında yaptığı sayısız araştırmaları sürekli not defterine yazar. Yazdıkça not defterlerinin sayısı artar.
Bu çalışmaları onun “algısal evreni” için veri niteliğindedir. “Kuvvet ve hareketin, temel mekanik etkenler olarak canlı ve cansız doğada görülen bütün biçimleri yarattığına inanıyor, ayrıca bu güçlerin düzenli, uyumlu yasalara bağlı olarak işlediğini kabul ediyordu.”
Tuttuğu defterler onun bilimsel araştırmacılığını, buluşları da çağından çok ilerde olan düşünce yapısını ortaya koymaktadır.
Leonardo da Vinci sanatçı gözüyle doğaya bakıp, onun gizemlerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Makinelerin çalışması da hep ilgisini çekmiştir, makinelerle insan gövdesinin çalışması arasında ilişkiler kurmaya çalışmış ve sonunda da doğadaki en önemli öğenin hareketi sağlayan güç olduğu düşüncesine varmıştır.
Leonardo da Vinci 1519 yılında Fransa’da ölür ve sarayın kilisesi Saint Florentin’e gömülür. Burası 1789 Fransız Devrimi sırasında hasara uğrar, 19. yüzyılın başında da yıkılır. Bu nedenle, mezarının yeri bugün bilinmemektedir.
Leonardo da Vinci birçok sanat eserine imza atmıştır. Son Akşam Yemeği ve Mona Lisa adlı yapıtları en tanınmış ve etkili resimleridir. Ama yapmayı düşündüğü veya tasarladığı resim, heykel ve daha başka şeylerin çoğunu çeşitli nedenlerle tamamlayamamıştır.
Bir tüccarın eşinin portresi olan Mona Lisa’nın yüzündeki gizemli gülümseme yüzyıllar boyunca sanatçı ve bilim insanlarının ilgisini çektiği gibi, bugün de fazlasıyla çekmektedir.
“Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey matematikte yerini bulmaksızın bilim olamaz” sözü ona aittir.
Kısacası, Leonardo da Vinci çağının ötesinde bir düşünürdür.
da Vinci’nin bu özelliğini Jacqueline Russ şu sözlerle anlatır:
“Descartes ve Galileo’dan önce, Leonardo da Vinci nitelik ve öz gibi kavramları yıkar ve uzam kavramı üzerinden düşünmeye başlar. Leonardo’yla birlikte, gerçekliği gizemli güçlerin bir oyunu olarak açıklayan Aristotelesçilerden uzaklaşırız. Ağırlık veya hafiflik olguları, birer nitelik veya öz olmaktan uzaktır ve matematiksel olarak açıklanır. Bilgiye giden yol matematikten geçer. […] Aristoteles’in teorisine karşı çıkarken ağırlık yasalarını araştırmaya başlayan Galileo bu modern bilim anlayışının tamamlayıcısı olur.”
5. Nicolas Copernicus/Kopernikus
Nicolas Copernicus, 1473-1543 yılları arasında yaşamış Polonyalı bir matematikçi, biliminsanı ve astronomdur.
Kendisi Katolik piskopos danışmanıdır. Boş zamanlarında matematik, astronomi ve harita bilimi ile ilgilenir.
Çalışmaları sonrasında modern astronominin kurucusu olarak kabul görür.
Copernicus, Polonya’da Kraków’da öğrenim görür; daha sonra yaklaşık üç yıl boyunca İtalya-Bologna’da kalır; Polonya’ya geri dönmeden önce Roma’da matematik dersleri verir. Sonrasında yaptığı çalışmalarla yer-merkezcilik anlayışını yıkar ve yeryüzünü “dünyanın” merkezi olmaktan çıkarır. Copernicus’un yaptığı bu devrim, o dönemde bir tür kriz yaşayan zihinlerde büyük bir şaşkınlık yaratır: Yeni kozmolojik düşünceler her şeyi şüpheli, zorlu, sorunlu ve düzensiz hale getirir.
Dünyanın küresel olduğunu ve düzgün bir hareketle güneşin çevresinde döndüğünü matematiksel olarak kanıtlamak amacıyla Phytagoras’ın sisteminden yararlanmıştır. Copernicus, keşfinin içerdiği, yeryüzünün ve dolayısıyla insanın evrenin merkezinde olmadığı sonucundan dolayı, özellikle dinsel çevrelerden gelen yoğun bir muhalefetle karşılaşır.
Copernicus insanların zihnini bulandırsa da, bunun nedeni sonsuzluk söylemi değildir: Copernicus’un dünyası sonludur. Polonyalı bilgin, sonlu bir kozmoloji anlayışı içerisinde, Batlamyus’un sisteminin taşıdığı eksiklikleri fark eder ve yer-merkezcilikten gün-merkezciliğe geçer. Copernicus’un sisteminde dünyanın çapı Ortaçağ’da kabul gören dünyanın çapından iki bin kat daha büyüktür; fakat bununla birlikte Copernicus’un astronomi sistemi sonlu bir sistem olmaya devam eder: Copernicus hiçbir zaman “gözle görünen dünyanın, sabit yıldızlar barındıran ‘dünyanın’ sonsuz olduğunu söylememiştir, yalnızca ölçülemez olduğunu söylemiştir.”
Copernicus “yeni Batlamyus” olarak selamlanır ama üniversite çevrelerinde çok az kabul görür. Batlamyus’un kozmolojik modeli birçok gökbilimciyi tatmin etmeye devam eder; Baltamyus’un modelinin geçerliliğini yitirmesi için, gezegenlerinin yönergelerinin gerçek nitelikleri konusunda Kepler’in yaptığı keşifleri beklemek gerekecektir. Copernicus’un geliştirdiği model çok küçük bir yankı uyandırır; öyle ki, Kilise Copernicus’un kozmoloji düşüncesini ancak 1616 yılında yani yayımlandıktan 72 yıl sonra yasaklama yoluna gitmiştir. Dolayısıyla, üniversiteler Batlamyus’un doktrinini öğretmeye devam eder ve Copernicus çok az taraftar bulur; bu taraftarlar arasında yer alan isimlerden biri, Copernicus’un az sayıdaki öğrencilerinden biri olan ve ustasının geliştirdiği modeli sonsuz yörünge alanı düşüncesi yönünde ilerleten Thomas Digges’tir.
Gökyüzünün sonsuz bir biçimde yayılması: Herhangi bir bilimsel eğitimi olmayan bir düşünür olan Giordano Bruno gibi cesur zihinlerin geliştirdiği bir düşüncedir.
6. Giordano Bruno
Giordano Bruno, 1548-1600 yılları arasında yaşamış İtalyan bir matematikçi, astronom ve filozoftur.
Düşünce tarihinin önemli isimlerinden biridir.
Evrenin sonsuzluğunu ve birden çok “dünya”nın varlığını savunmuş ve bu kuramıyla çağdaş bilime öncülük etmiştir.
Bruno, Napoli Krallığında dünyaya gelir. 1565 yılında Dominikenlerin yanına yerleşir ve orada felsefe, teoloji eğitimi görür. 1572 yılında papaz olarak görevlendirilir. 1575 yılında teoloji doktoru unvanını alır. Sapkınlıkla suçlandıktan ve dinsizlik iddiasıyla yargılandıktan sonra görevini bırakarak İtalya’dan kaçar, Roma’dan Cenevre’ye geçer. Orada Kalvinistler tarafından tutuklanır ve bu nedenle Protestanlığa geçmek zorunda kalır. Daha sonra Toulouse’da, ardından Paris’te ve Londra’da bulunur.
Londra’da bulunduğu süre içerisinde, Evrenin ve Dünyaların Sonsuzluğu Üzerine eserini ve 1584 yılında Paris’te yayımlanan Nedenler, İlkeler ve Birlik Üzerine adlı eserini yazar.
Copernicus’un düşünsel mirasçısı olan bu keşiş filozof, yani Bruno, “1592 yılında bir İtalyan soylusunun davetini kabul eder; Venedik’e geri döndüğünde Engizisyona ihbar edilir ve oradan Roma’ya götürülür. O andan sonra, yedi yıl sürecek olan işkencelerle dolu bir yargılama süreci başlar. Galileo’dan bile daha cesur davranan Bruno düşüncelerinden vazgeçmeyi reddeder ve kozmolojik ve teolojik ‘hatalarında’ diretmeye devam eder. Bruno asla teslim olmaz ve yakılarak idam edilme cezasına çarpıtılır; kendisine uzatılan haçın üzerine tüküren Bruno, 17 Şubat 1600 günü yakılarak can verir.”
“Düşünen aklın kahramanı” Bruno, ölüm hükmünü beklerken son derece anlamlı olan şu sözleri sarf eder:
“Kendi kararını veren sizler, yapılanların bilincinde olan benden daha çok korkuyorsunuz.”
Tabii bu arada dinsel bağnazlar sadece Bruno’nun bedenini kazığa bağlayıp yakmakla kalmayarak; eserleri, -hem Katolikler hem de Protestanlar arasında sapkın ve ateist sayılarak- ya yakılıp yok edildi ya da gizli tutuldular.
Bruno’nun yakılışından çok uzun yıllar sonra, ünlü Alman filozofu Arthur Schopenhaure (1788-1860), İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabının ekinde yer alan “Kant Felsefesinin Eleştirisi” başlıklı yazısına ait bir dipnotta, özgür araştırmayı başlatması nedeniyle Bruno’ya hayranlığını dile getirir ve sonrasında bir çağrısını dillendirir:
“Bruno kitabı della causa principio ed uno [Neden, İlke ve Tek Üzerine] için odun yığınlarının üzerinde yakıldı. Bu kitabın açılış sözlerinde Bruno, kendini yaşadığı çağda ne kadar yalnız hissettiğini açık ve zarifçe ifade eder ve aynı zamanda, kaderi hakkında bir önsezi de gösterir ki bu, onu tanımlamalarında tereddüt etmesine yol açar. Ancak bu tereddütün üstesinden asil ruh halleri ile gelir ve doğru bildiğini ifade etmeye karar verir:
Doğurmanı engelleyen nedir, benim acı çeken zihnim,
Sen de mi eserini bu değersiz çağa sunuyorsun?
Gölgeler, karalara yayıldığında, yukarı kaldır
Zirvelerini, benim Olympos’um, ta yukardaki göklere.
(Şiir metinde Almanca yazılı, ben Türkçesini aldım)
Onun diğer İtalyanca yazılarının […] yanında onun ana eserini okuyanlar, tüm filozoflar arasında dramatik bir etki için kullandığı felsefi olanı şiirsel güç ve eğilimle birleştirme konusunda Platon’a tek yaklaşanın o olduğunu benim gibi keşfedeceklerdir. Yazıları vasıtasıyla tanışıklık kurduğumuz o narin, ruhani ve düşünceli varlığı, onun yargıcı ve cellatları olan bayağı ve öfkeli rahiplerin ellerinde sadece bir hayal edip zamanın kendisine daha aydınlık ve ılımlı bir yüzyılı getirdiği için minnet duyarız. Öyle ki daha sonra gelen dünyanın, bu şeytani fanatiklere olan laneti esasen bizim çağrımızdır.”
Bruno, teolojik şüphelerinin, sözgelimi Meryem’in bakireliğiyle ilgili şüphelerinin bedelini Engizisyon yargıçlarının önünde ödedi. Fakat onun en büyük suçu, Tanrının aşkınlığıyla ilgili sıfatlardan birini -sonsuzluk sıfatı- yeniden doğaya atfetmesi olmuştur. Keşiş filozof Bruno’yla birlikte, yalnızca Tanrıya özgü olmaktan çıkan sonsuzluk sıfatı evrenin bir niteliği haline gelir. Böylelikle, sonsuzluk düşüncesini içeren kozmoloji anlayışı önemli bir atılım gerçekleştirir.
Bruno’ya göre, gerçek ilahi güç Doğa’dır; Tanrı dünyaya aşkın bir Yargıç değil, Evrenle özdeştir.
Böylesi bir bakış, doğal olarak Ortaçağ kozmolojisini paramparça eder. Öyle ki, Güneş bile ayrıcalıklı yerini kaybeder ve yalnızca içinde yaşadığımız mekanizmanın merkezi olmakla sınırlı hale gelir. Sayısız dünyalar içeren, sürekli dönüşüm halinde olan sonsuz bir evren, ezeli ve ebedi bir madde ve onun hiç bitmeyen üretkenliği… Bunlar Giordano Bruno’nun getirdiği temel kazanımlardır.
Copernicus ve Giordano Bruno’yla birlikte zihinsel devrim tamamlanır:
Aristoteles ve Batlamyus’un kozmos anlayışları yıkılır ve evrenin sonsuzluğu düşüncesi giderek kabul görmeye başlar.
7. Galileo Galilei
Galileo Galilei, 1564-1642 yılları arasında yaşamış İtalyan bir astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.
Deneysel yöntemin kurucusu olarak bilinir.
Galileo, kütleçekimi ve hareket konusundaki öncü çalışmaları ve deneyle matematiksel analizi birleştirmesi nedeniyle, aynı zamanda deneysel fiziğin ve modern mekaniğin de kurucusu olarak kabul edilir.
Kısacası, Galileo, dünyaya dair geleneksel anlayışı yıkan kişidir.
Rönesans’ın bilimsel devrimine büyük katkıda bulunan bu düşünüre “matematiksel fiziğin babası”, “gözlemsel astronominin babası”, “modern fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimler takılmıştır.
Galileo, önce Floransa-Pisa’da öğrenim görür ve ardından Floransa dükünün hizmetinde mühendis unvanıyla çalışmaya başlar. “Mekanik yapılar” üzerinde düşünerek kendi doğa anlayışını inşa eder, matematiğin diliyle yazılmış bir doğa düşüncesini ortaya koyar.
Galileo Galilei’nin çalışmalarını, buluşlarını, kilise kurumunca mahkûm edilişini ve bir biliminsanı olarak kendisine reva görülen sıkıntıları felsefe profesörü Jacqueline Russ’un anlatımından aktarmak istiyorum:
“1590-1591 yıllarından itibaren, Galileo, De Motu (Hareket Üzerine) adlı çalışmasında, ağırlık ve hafiflik olgularının göreli niteliğini ortaya koyar. 1604 yılında, tek yönlü olarak hızlanan doğrusal hareket olgusunu ve uzamlar yasasını keşfeder. Bir hareket sırasında kat edilen uzam, zamanın karesiyle orantılıdır.
Böylelikle, cisimlerin düşüşü ile ilgili yasa ortaya çıkar ve bu yasa, hareketi nesnenin bir niteliği olarak tanımlayan Aristoteles fiziğinin tartışılmasına yol açar. Galileo’nun bilimsel düşünceye kazandırdıkları nelerdir? Duyularla algılanabilen nitelikler Galileo’nun sunduğu kazanımlardan bazılarıdır. Burada Aristoteles dinamiğinde karşımıza çıkan insan-biçimciliği hatırlamak gerekir: Doğal olarak durağan olan cisim, ona etki uyguladığımız için hareket eder. Bu noktada Galileo, doğal olguları yöneten yasaları matematiksel olarak ifade ederek, niteliksel ve insan-biçimsel bakış açısını devre dışı bırakarak bu alanda bir devrim yaratır. Doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesinden hareketle elde edilen bütün bu sonuçlar, 1638 yılında, İki Yeni Bilim Üzerine Söylev’de dile getirilecektir. Toricelli ile birlikte kaleme alınan bu eser, Galileo’nun mekanikle ilgili bütün araştırmalarının bir sentezini sunar.
Bu bağlamda Galileo, modern evren tasavvurunu inşa eden kişi olarak karşımıza çıkar. 1638 tarihli Söylev’den önce, Galileo 1623 yılında kaleme aldığı II Saggiatore’de (Ayarcı), doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesini dile getirir:
“Felsefe gözümüzün önünde daima açık duran bu devasa kitapta, yani Evren’de yazılıdır; fakat bu kitabı anlayabilmemiz için, öncelikle kitabın dilini anlamaya ve kitabı yazmak için kullanılan harfleri tanımaya çalışmalıyız. Bu kitap matematik diliyle yazılmıştır ve içinde kullanılan karakterler üçgenlerden, dairelerden ve diğer geometrik şekillerden oluşmuştur; bu karakterlerin yardımı olmadan herhangi bir insanın bu kitabın tek bir kelimesini bile anlayabilmesi imkânsızdır. Bunlar olmadan, karanlık bir labirentin içinde boşu boşuna dolaşıp dururuz.” (Ch. Chauviré, L’Essayeur de Galilée, …)
Burada bilimsel düşünce alanında yaşanan bir kopuşla karşı karşıyayız. Aristoteles’in gözünde, duyularla algılanabilen bir dünyanın bilim anlayışı (sublunaire, yani ay ve dünyayla sınırlı) salt betimseldir; oysa Galileo’nun gözünde bilim araştırmacı ve açıklayıcıdır: Matematiksel dil öncelikli hale gelirken, nitelikler ve nitel betimlemeler ortadan kalkar. Neyi göstermiştir bize Galileo? Gerçek fiziğin a Priori olduğunu göstermiştir:
“Teori olgudan önce gelir […] temel hareket yasaları (ve devinimsizlik), maddi cisimlerin zaman ve mekân içerisindeki davranışını belirleyen yasalar matematiksel bir yapıda olan yasalardır; şekillerin ve sayıların barındırdığı ilişkileri ve kuralları belirleyen yasalarla aynı yapıdadırlar. Bizler bu yasaları doğada değil, kendi içimizde, zihnimizde ve hafızamızda bulur ve keşfederiz, tıpkı eskiden Platon’un bizlere öğrettiği gibi.” (A. Koyre, …)
Bu düşünsel evrimi başlatan kişi olan Galileo -Copernicus’un takipçisi olarak- kozmolojik ve astronomik devrimde rol oynar. Dünyanın güneşin etrafından döndüğünü savunan Copernicus’un güneş-merkezli tezlerini savunur. Bruno gibi, Galileo de, kilise kurumunun Güneş dünyanın merkezidir düşüncesinin sapkınlık olduğunu ilân ettiğinde, kendisini savunmak zorunda kalacaktır.
1632 yılında, Floransalı bilgin bir Aristocu ile iki Kopernikçi arasında geçen İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog adlı eserini yayımlar; bu diyalogda, Aristotelesçi düşünceler Copernicus savunucularının sunduğu argümanlarla boşa çıkarılır. Bu durumda işler kötüye gitmeye başlar: Papa VIII. Urbain, Galileo’yu güneş-merkezli tezlerin öğretilmesini yasaklayan Kilise’nin uyarılarını (1616 tarihli ferman) dikkate almamakla suçlayan Engizisyon’un baskılarına boyun eğer. Galileo mahkûm edilir: Kutsal metinlere karşı olan “Güneş dünyanın merkezidir” öğretisini savunduğu için sapkınlıkla suçlandığını görür. Bruno kadar cesaretli olamayan, yakılarak idam edilmeyi kabul eden Bruno kadar kahraman olamayan Galileo tövbe kurumuna başvurmaya karar verir: Galileo söylediklerini geri alır, tövbe eder ve geri kalan ömrünü gözetim altında geçirir; bununla birlikte, bu konuyla ilgili çalışmalarına devam eder.”
1642’ye kadar Galileo Galilei, ziyaretçilerini kabul eder. 77 yaşındayken, ateş ve kalp çarpıntısı sebebiyle ölür. Toscana Grandükası II. Ferdinando onu Santa Croce Bazilikası’na gömerek anısına mermerden bir mozole yapmak ister. Bu planlar Papa VIII. Urban’ın ve yeğeni Kardinal Francesco Barberini’nin karşı çıkması sonucu iptal edilir ve Galileo’nun kafirliği neden olarak öne sürülür. Böylece Bazilika’nın koridorlarından birinde küçük bir odaya gömülür.
1737 yılına gelindiğinde anısına bir anıt dikilir ve Bazilika’nın ana bölgesine taşınarak burada yeniden gömülür. Bu süreçte üç parmağı ve bir dişi alınır. Üç parmağından biri şu an Floransa Bilim Tarihi Müzesi’nde sergilenmektedir.
8. Thomas Hobbes
Thomas Hobbes, 1588-1679 yılları arasında yaşamış bir İngiliz düşünür ve filozoftur.
Felsefede materyalizmi, etikte haz ahlakını, siyasette monarşiyi benimsemiştir; siyaset felsefesi, tarih, geometri, etik ve genel felsefe gibi pek çok alanla ilgilenmiştir.
Hobbes, 1588’de yerel bir mahalle papazıyla karısının oğlu olarak dünyaya gelir. 15 yaşındayken Oxford’a gider ve orada skolastik mantık ve Aristoteles felsefesini öğrenir. Oxford’tan sonra, Kont William Cavendish’in oğluna özel öğretmenlik yapar. Yaşamı boyunca bu ailenin yanında ve hamiliği altında çalışır. Kıta Avrupası’nda Pierre Gassendi ve René Descartes gibi entelektüellerle tanışır.
Hobbes, Descartes’in Meditasyonlar çalışmasına karşı İtirazlar’ını yayınlamış ve önde gelen matematikçilerle tartışmalara girmiştir. Karmaşık dönemde (iç savaş) siyasal ve dini görüşleri ya da bunlar aracılığıyla bazı imalarda bulunması gerekçe gösterilerek sık sık yerilmiştir. 91 yaşında ölmüştür.
Hobbes, matematiksel yöntemin hayranıdır. R. S. Woolhouse şunları yazmaktadır:
“Skolastik düşüncenin tüm yavanlıklarına rağmen, Hobbes, yüzyıllar boyunca doğal aklın tohumlarının yine de kimi meyveler vermiş olduğunu düşünür. Bunlardan dikkate değer üç tanesi, Öklid’in geometrisi, Galileo tarafından serbest düşen cisimlerin hareketine ilişkin yapılan çalışma ve William Harvey’in kan dolaşımını keşfidir. Hobbes’un geometriyi keşfi ve dünyayı anlamada hareketin öneminin bilincine varması, onun entelektüel gelişiminin de dönüm noktasıdır. Bunlar olmasaydı, o bugün kendisinin hatırlanmasını sağlayan felsefe eserlerinden hiçbirini üretemezdi. Geometri ve hareket hem ayrı ayrı hem de birlikte, onun Elements of Philosophy (Felsefenin Öğeleri) eserinin bütününe sinmiş haldedir.”
Ve yine R. S. Woolhouse’nin belirttiğine göre, Hobbes, 1629’da Sör Gervase Clinton’un oğlunun özel öğretmeni olarak Avrupa’ya ikinci kez ziyarete çıktığında, Cenevre’de bir centilmenin kütüphanesinde, Geometrinin Öğeleri’nin bir kopyasına rastlar; “Bu kitapta Öklid büyük miktarda geometri bilgisini metodik bir şekilde düzenleyip sistematik bir şekilde açıklamaktadır. Kitap, Pisagor’un dik açılı üçgenin kenarlarının göreli uzunluğunu keşfiyle başlar ve Hobbes, Öklid’in bu karmaşık fikri kanıtlamasına hayran kalır. Öklid’in, bu ilginç teoremi, başlangıçtaki az sayıda apaçık aksiyomlardan, temel koyutlardan (koyut: kanıtsız olarak doğruluğu varsayılan önerme-M.Ü.) ve belirli tanımlardan yola çıkarak, akıl yürütmenin kesin, berrak ve ikna edici bir şekliyle ortaya koymasıyla şaşkına döner. O andan itibaren Hobbes, Aubrey’in bize söylediğine göre, geometriye aşık olmuştur.”
Hobbes’un iki takıntısı olan geometri ve hareket, ilk kez 1630’ların başında kaleme aldığı İlk İlkeler Üzerine Kısa Risale’de bir araya gelmiştir.
Hobbes’e göre, dünya mekanik hareket yasaları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. İnsan ve hayvan bu bütünün bir parçasıdır. Onların fiziksel ve ruhsal yaşamları da tümüyle mekanik hareket yasalarına bağlıdır. Bu bakımdan tanrı, melek, ruh diye bir şey yoktur. Bunlar imgelemin ürünüdür.
“İnsan insanın kurdudur” sözü de ona aittir.
Thomas Hobbes’in en ünlü eseri 1651 yılında yayımlanan Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti’dir.
Leviathan, Eski Ahit/Eyüp kitabında geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’ta her şeye egemen olan devletin simgesidir.
Hobbes, devleti Leviathan’a benzetir ve “Yeryüzünde onun benzeri yoktur. Korkmayacak şekilde yaratılmıştır. Altındaki her şeyi görür; ve bütün gurur oğullarının kralıdır.” Ama, ölümlüdür.
Bu eserini yazarken Hobbes, sanki biraz umutsuzdur. Platon’un Devlet adlı eserinde yazıldığı şekilde nasıl bir filozoflar devleti kurulmadıysa, kendisinin de düşlediği devletin olmayacağını düşünür ve bunu da şu sözleriyle ifade eder: “Benim bu çalışmamın, Platon’un devleti kadar faydasız olduğuna inanmak noktasındayım. Çünkü o da, egemenler filozof oluncaya kadar, devletin hastalıklarının ve iç savaşla yönetimlerin değişmesinin yok edilemeyeceği görüşünde idi.”
Thomas Hobbes Leviathan adlı eserinde, kısaca, egemene itaat edilmesi gerekliliğini anlatır. Ona göre, ailede babaya, kabilede şefe, orduda komutana, inanç sahipleri de dini önderlere itaat etmelidir. Bunların tümü de en üst kudret sahibi egemene, yani ejderha diye nitelendirdiği devlete itaat etmelerinin doğa yasası gereği olduğunu, egemene itaatin de bir toplumsal sözleşme olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. “Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözden ibarettir” der. İnsan doğası gereği, insan insanın kurdudur ve herkes herkesle savaş halindedir. Toplumsal barışın sağlanması, düzen ve güvenlik ancak devlete itaat etmekle olur: Devlet, hayvanı insana dönüştürür.
Benim Leviathan’da önemli bulduğum şeylerden biri de; feodal beylerin ve Katolik kilise liderinin tek otoriteye itaat etmelerini istemekle artık feodalitenin tasfiye ediliş sürecine girdiğini ve Roma kilisesine değil, ruhani liderlerin uyrukları oldukları devletlerin egemenine (krala, halk meclisine…) itaatle de ulus-devleti öngörmesi ve siyaseti tanrı katından insan katına indirmesidir.
Thomas Hobbes, bir sonraki bölümün konusu olan Pierre Gassendi’den her zaman “büyük bir hürmet ve saygıyla bahsetmiştir.”
9. Pierre Gassendi
Pierre Gassendi, 1592-1655 yılları arasında yaşamış Fransız bir düşünür, matematikçi ve Katolik rahiptir.
Fransa’nın güneyinde doğmuştur. Tam bir kilise adamıdır. Katolik bir rahip ve Digne Papazı olduğu gibi, aynı zamanda felsefe ve matematik profesörüdür.
Kepler, Galileo, Hobbes ve Descartes gibi pek çok akademisyen ve filozofla yakın ilişki içinde olmuştur.
Yazdıkları ve bilimin doğasına ilişkin yaptığı tartışmaları çoğunlukla teorik deneyciliğe ilişkindir. Ayrıca o aynı zamanda, astronomi, anatomi, optik ve hareket fiziğinin olgusal ayrıntılarına da ilgi göstermiştir. Doğa felsefesi ve matematik felsefesi alanında özgün düşünceler geliştirmiş; gözleme, deneye ve hesaplamaya dayanan modern bilimin gelişimine katkı sunmuştur.
Vejetaryen, içki içmez biridir. Thomas Hobbes’e göre, “Dünyadaki en yumuşak başlı doğaya sahip adamdı.”
İngiliz filozof Roger Stuart Woolhouse (1940-2011), “Onun bu yumuşak başlılığı sadece Descartes’le girdiği karşıtlıkta bozulmuştur” der.
Gassendi, önce Descartesçı doğuştan düşünceler anlayışına karşı çıkmış ve bilginin esas kaynağının duyular ve tümevarım olduğunu öne sürerek, deneyci bir bakış açısı benimsemiş ve Antik Yunan atomculuğun kendi döneminde yeniden canlanmasında önemli rol oynamıştır.
Antik Yunan filozofu Epiküros’un düşüncelerini benimsedikten sonra, onu yeniden yorumlayarak Hıristiyanlık inancıyla mekanikçi bir atomculuğu birleştirir ve bu konuda, ölümünden sonra yayımlanacak olan Felsefi İnceleme kitabını yazar.
Aristoteles’in öğretilerinden hiç hazzetmez, Aristotelesçilere karşı Paradokslar Biçiminde İncelemeler başlıklı bir kitap yazar. Gassendi’ye göre, Aristotelesçiler, felsefe ve bilginin ilerlemesi konusunda tutucu ve engelleyicidirler. O, bilginin deneyim ve dünyanın dikkatli bir gözlemiyle elde edileceğini söyler.
Gassendi, matematikçi oluşunun da etkisiyle, tümdengelimden hiç vazgeçmez; felsefi atomculuğu geleneksel maddi yorumundan sıyırır ve onu, matematikle mekaniğin kendisine uygulanabileceği bir şekle büründürür.
R. S. Woolhouse’ye göre, Gassendi’nin fikirlerin edinilmesi ve biçimlenmesi hakkında söylediklerinin birçoğu sonraki düşünürler arasında beylik hale gelmiş, John Locke (1632-1704) tarafından da daha ayrıntılı ve daha uzun uzadıya ele alınıp geliştirilmiştir.
10. René Descartes
René Descartes, 1596-1650 yılları arasında yaşamış Fransız bir matematikçi, biliminsanı ve filozoftur.
Modern felsefenin kurucusu olduğu kabul edilir.
Nietzsche, Descartes’in “rasyonalizmin babası”, “Devrim’in dedesi” olduğunu, bazı yorumcular daha da ileri giderek, “Descartes’i sadece Batı felsefesinin değil, aynı zamanda ‘Batılı devrimci insanın da babası” olduğunu söyler. Burada söz konusu edilen devrim 1789 Fransız Devrimi’dir.
Descartes, 1596’da La Haye’de doğar. 11 yaşında Cizvit okuluna yazılır, daha sonra Poitiers Üniversitesi’nde hukuk okur. Ardından orduya katılır. Bu serüven sırasında Hollandalı biliminsanı Isaac Beekkman ile tanışır. Her ikisi de matematik ve fiziği tamamen birbirine bağlayan bir yöntem yaratmanın gerekli olduğuna inanmaktadır. Bu arkadaşlık Descartes’in bilime merak sarmasına neden olur ve sonunda da onu, “felsefenin babası” olmasını sağlayacak bir yola sokar. Yaşamının çoğunu Hollanda’da geçirir ve tüm önemli yapıtlarını burada yazar. 1737’de yayımlanan geometri, optik, meteoroloji üzerine öncül çalışmalarının bulunduğu Metot/Yöntem Üzerine Konuşma kitabı ile epistemoloji ve metafiziğin temellerini atar. 1641’de İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar yayımlanır. Bu kitabı ile Descartes, “kuşku duyulmaz bilginin” temellerini atmış olur. Ve ayrıca, değişik tarihlerde yayınlanan Felsefenin İlkeleri ve Ruhun Tutkuları gibi çok sayıda kitap ve yazıyla düşüncesini tamamlamaya çalışmıştır.
Descartes sadece felsefeye değil, matematiğe de yeni bir ivme kazandırmıştır. Daha önce birbirinden ayrı olan ve sonsuz küçük hesap ve analizin keşfinde kullanılan geometri ve cebir alanlarını birleştirerek analitik geometrinin temelini atmıştır.
Hegel, onun hakkında şunları yazar: “Doyumsuz bir hevesle her alana uzanmış, tüm sistemleri ve formları araştırmıştır; çalışmaları antik edebiyatın yanı sıra felsefe, matematik, kimya, fizik ve astronomi gibi konuları da içermektedir.”
Descartes her anlamda sağlamcıdır. Kendi güvenliğini hep gözetmesi yanında, kendisinden önce oluşturulan düşünce sistemlerinin sağlam bir temele oturtulmadığını, bu nedenle kendi düşünce sistemini sağlam bir temele oturtmayı hedefler. Bunun için de önce toprağı, kumu, kili kazıyıp bir tarafa atar, ta ki temel atacağı sağlam zemini buluncaya kadar. Yani yanlış bilgileri bir kenara bırakır, matematiği uygulamaya koyar, ve şöyle der:
“Her şeyden öte, akıl yürütmelerindeki kesinlik ve apaçıklıktan ötürü matematikten keyif alıyordum. Ne var ki, matematiğin gerçek kullanımının henüz farkına varamamıştım ve sadece mekanik sanatlarda işe yaradığını düşündüğümden, böyle sağlam sarsılmaz temeller üzerine daha yüksek bir yapı kurulmamış olmasına şaşırıyordum.”
Kısacası, felsefesini oluştururken, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku duyulmayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır. Felsefede, matematikteki gibi, sağlam bir yönteme ve sağlam temellere sahip olabilirsek, felsefenin kapsamı içine giren konularda da kesin bilgilere sahip olacağımızı savunmuştur.
Descartes’ın en kalıcı miraslarından biri de, geometriyi tanımlamak için cebiri kullanarak Kartezyen veya analitik geometriyi geliştirmesidir. Descartes, denklemlerde bilinmeyenleri x, y ve z ile ve bilinenleri a, b ve c ile temsil etme geleneğini icat etmiştir. Ayrıca, kuvvetleri veya üsleri göstermek için üst simge kullanan “standart gösterime öncülük” etmiştir; örneğin, x kareyi belirtmek için 2’yi x2 şeklinde kullanmıştır. Cebir için bilgi sisteminde, özellikle soyut, bilinmeyen nicelikler hakkında akıl yürütmeyi otomatikleştirmek veya mekanikleştirmek için bir yöntem olarak kullanarak cebire temel bir rol biçen ilk kişidir.
Descartes, “Düşünüyorum, o halde varım” der ve böylece düşünen varlık “aklı” fiziksel bedenden başka bir yere koyar.
17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, artık düşünce dünyasının “kralıdır” Descartes…
Rent Descartes sayesinde akıl, metot, düzen, cogito kavramları ve bunların yanında bilimin teminatı olan ve düşüncenin zirvesini oluşturan Tanrı kavramı üzerinden yeni dünya tasavvuru yapılandırıp şekillendirilir.
Ve kendisinden sonra gelecek olan Newton ve Leibniz’e güçlü bir dayanak noktası oluşturur.
11. Blaise Pascal
Blaise Pascal, 1623-1662 yılları arasında yaşamış Fransız bir matematikçi, fizikçi, mucit, yazar ve Katolik ilahiyatçıdır.
16 yaşındayken konikler üzerine bir inceleme yazar. 19 yaşında ise dişliler ve tekerleklerden oluşan mekanik bir toplama çıkarma yapan hesap makinesini tasarlar. Paris Mersenne Akademisi’ne kabul edildiğinde, ilk çalışmalarını doğa bilimleri ve uygulamalı bilimler alanında yapar. Torricelli’nin çalışmalarını genelleştirerek basınç ve vakum kavramlarını açıklığa kavuşturur. 1653 yılında hazırladığı ve Pascal üçgeni olarak bilinen aritmetik üçgen üzerine incelemesini, binom çarpanlarını uygun bir tablo halinde tanıtır. 1646 yılında kardeşiyle birlikte Katolik hareketlenmeler içerisinde aktif olarak yer alır, 1654’ün sonlarında da dini tecrübelerini kullanarak felsefe ve teoloji alanında etkili çalışmalar üretir. 1658’de “Geometri Üzerine Genel Düşünceler Geometrik Ruha ve İkna Etme Sanatına Dair” başlıklı yazısını yazar. Pascal’ın sağlığı 18 yaşından sonra bozulur ve 39. doğum gününden 2 ay sonra da ölür. En bilinen temel eseri Düşünceler’dir.
Pascal ile sohbet edenlerden biri olan M. de Sacye onunla ilgili şunları yazar:
“Matematik alanında ona boyun eğmeyecek ehil insan yoktur. O sıra tüm alimlerin ağzında olan meşhur rulet buna tanıktır. Adeta bakırı canlandırıp, tunca düşüncenin gücünü verebildiği herkesin malûmu. Her birinin üzerinde ilk on rakam bulunan düşünmeyen küçük çarkları öyle bir düzenlemiş, sanki dilsiz makineleri öyle konuşturmuş ki bunlar, en alim olanların dahi kafasını kurcalayan sayılarla ilgili güçlükleri oynayarak çözmeleri için en aklıbaşında insanlara açıklamalar sağlamıştır: Bu makineyi herkesin ona hayran olacağı -kendi gözlerimle gördüm- seviyeye çıkarmak ona öyle bir adanma, özen ve zihin gayretine mal olmuştur ki üç yıl boyunca bu hep kafasını meşgul etmiştir.”
Zaten Blaise Pascal’ın dindar bir Hıristiyan olmadan önce bir kumarbaz olduğu, olasılık teorisini ve kumarın parasal değerini olasılık hesabı kullanarak bulacak bir yöntem geliştirdiği bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Yine bazı kaynaklarda dindar olduktan sonra Tanrının varlığını dahi olasılıkla, bahis/kumar diliyle ifade ederek “fayda düşüncesi” üzerinden imanı temellendirmeye çalıştığı belirtilmektedir.
Pascal, “Descartes’i hem kabul eden ve hem de eleştiren, Descartes’in matematiksel yöntemin kullanım alanını genişletmek istediği yerde, matematiksel yöntemin başka alanlara uygulanabilirliği ve yararı konusunda kuşkucu bir tavır” takınır.
Ve sanki biraz da Descartes’ten pek hazzetmez gibidir: “Feraset sahibi insanlara sormak isterim, acaba şu iki ilke Descartes ile aynı şeyi dokuz asır önce söylemiş Aziz Augustinus’un zihinlerinde aynı mıdır? ‘Madde doğal olarak düşünceye tümden yeteneksizdir.’ ve ‘Düşünüyorum, o halde varım.’” diye not düşer.
Yani örtük bir şekilde Descartes’in hem kopya çektiğini ve hem de farklı şeyler düşündüklerini söyler.
M. de Sacye bunun ipuçlarını biraz verir; Pascal’ın Hıristiyan filozof ve tanrıbilimci Aziz Augustinus’la “her konuda hemfikir” olduğunu belirtir.
Olasılıklar teorisinin temelini atan ve ilk hesap makinesini icat eden kişi olan Pascal, doğa boşluğu sevmez şeklindeki önyargıya son vermiştir. Açıkça Galileo’nun mahkûmiyetine karşı çıkmış, Copernicus’un kozmoloji alanında yaptığı devrimi benimsemiş ve sonsuz şeylerin varlığını kabul etmiştir; sonsuzluk kavramını kendi matematiksel araştırmalarında kullanmıştır.
G. W. Leibniz daha sonra Pascal’ın hesap makinesini geliştirip çarpma ve bölme de yapar duruma getirmiştir.
12. Isaac Newton
Isaac Newton, 1643-1727 yılları arasında yaşamış İngiliz bir fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, simyacı, teolog ve filozoftur.
Newton, İngiltere’nin Grantham şehrinin yakınlarındaki Woolsthorpe’da bir erken doğum sonucu dünyaya gelir. Dünyaya geldiğinde oldukça zayıf bir çocuktur ve hatta ilk günlerinde hayatta kalacağı dahi şüphelidir. Ama hayatta kalmayı becerir ve 1661 yılında Cambridge’de Trinity College’a girer. Burada üç yıl boyunca cebir, geometri ve trigonometri dersleri alır, Latince ve Antik Yunancayı öğrenir. Ayrıca bu dönemde Galileo ve Kepler’in eserleri ile tanışır ve oldukça etkilenir. Burada Descartes gibi ünlü felsefecilerin çalışmalarını da okur.
Newton, 1687 yılında yayımladığı Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri kitabıyla klasik fizik mekaniğinin temelini oluşturur. Bu eser, dünya tarihinin en önemli bilimsel kitaplarından biri olmuştur. Bu eserle birlikte kendi adıyla anılan evrensel kütleçekim yasası ve üç hareket yasasını ortaya koymuş ve yaratmış olduğu bu etki, bilim tarihindeki kilometre taşlarından biri olmuştur. Newton’ın evrensel kütleçekimi ve hareketin üç kanunu, sonraki üç yüzyıl boyunca bilim dünyasına egemen olmuştur.
Newton, dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin hareketlerinin aynı doğal yasalar ile yönetildiklerini kendi kütleçekim kanunu ve Alman gökbilimci Johannes Kepler’in gezegen hareketleri kanunu arasındaki tutarlılıklar ile göstermiştir. Newton aynı zamanda ilk yansıtmalı teleskobu geliştirmiş, beyaz ışığın bir prizmaya tutulduğunda farklı renklerden bir tayf yapması gözlemi sonucu bir renk kuramı da oluşturmuştur.
Newton, matematiksel keşifleri ve fizik çalışmaları sebebiyle çok tanınan ve günümüz biliminsanları tarafından bilim tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1999 yılının sonlarında, 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Isaac Newton, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein’dan sonra 2. sırayı almıştır. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov da, Newton’dan “tarihin en büyük biliminsanı” olarak bahseder.
“Fizik, kendini Metafizikten koru” onun şiarıydı; ki bu da Bilim kendini düşünceden koru demektir.
Yasa, öngörü, varsayım, kontrol, program… Bu kavramlar Newtoncu fiziğin ve “mekanik kültürün” sözlüğünü oluşturan kavramlardır. Ve yine bu kavramlar aynı zamanda Newtoncu yönetim düşüncesinin kilit sözcükleridir. Esaslarını bu kavramların oluşturduğu düşünce ve yönetim anlayışı çok farklı bir şekilde her şeyi yeniden şekillendirip hızlandırmış ve bunun bir sonucu olarak modern gelişme alabildiğine çok hızlı bir gelişme göstermiştir.
13. Gottfried Wilhelm Leibniz
Gottfried Wilhelm Leibniz, 1646-1716 yılları arasında yaşamış matematikçi, filozof, hukukçu ve dönemin idarecilerine danışmanlık yapmış bir Alman entelektüeldir.
Matematik ve felsefe tarihinde önemli bir yeri vardır.
Leibniz, Almanya’ya yerleşmiş Slav kökenli Lutherci bir aileden gelir. Babası üniversite hocasıydı, ahlak dersleri veriyordu. Annesi ise bir hukuk profesörünün kızıydı. Yaşamının büyük bir bölümünü babasından kalan kitaplıkta geçirir ve kendi kendine Yunanca ve Latince öğrenir. Platon ve Aristoteles’i, daha geniş çerçevede Eskiçağ’ın tüm filozoflarını inceler. On beş yaşından sonra Galileo Galilei ve Descartes’e yönelir ve on beş yaşında Leipzig Üniversitesi’ne girdiğinde kendi felsefesinin temellerini atar. Filozof bu genç yaşlarında daha çok Descartes mekaniğine ilgi duyar ve bu da onu matematiğe yöneltir.
Leibniz, 1676’da Pascal’ın yapmış olduğu hesap makinesini geliştirir, sadece toplama çıkarma yapan makine bundan böyle çarpma ve bölme de yapar duruma getirilir, hatta kök alma işlemlerinde de kullanılabilecek şekilde. Aynı yıl ünlü fizikçi, matematikçi, gökbilimci Newton’la görüşür ve bu görüşmeden sonra Newton’la araları açılır.
1676 yılında Diferansiyel hesabını bularak insanlık tarihinin en önemli buluşlarından birine imza atar.
Sinan Sertöz: Eskiden çakıl taşları kullanılarak hesap yapılırdı, “Newton ve Leibniz’in geliştirdiği hesap tekniğine Latince ‘çakıl taşı’ anlamında ‘calculus’ dendi. Türkçe’de de biz bu hesap tekniğine ‘yüksek matematik’ ya da ‘analiz’ diyoruz” açıklamasını yapmaktadır.
Leibniz’in önemli çalışmalarından biri de, felsefe dilini basitleştirmek ve felsefi araştırmayı matematiksel araştırmaya benzer kılmak düşüncesi ile “Genel İşaretler Dili” tasarlamasıdır. Descartes’in her şeyi kapsamaya çalışan evrenselci bakış açısına uygun bir biçimde, matematiği andıran ama matematikle doğrudan yakınlığı olmayan, ancak tüm temel sorunları matematikte olduğu gibi apaçık bir biçimde çözmemize olanak veren evrensel bir bilim kurabilmek için uzun yıllar çaba gösterdi; düşüncenin alfabesini ve yazısını bulmaya girişti.
Afşar Timuçin, şayet “Leibniz bu evrensel dil düzenini gerçekleştirebilmiş olsaydı bilimsel buluşlar raslantıya kalmaktan kurtulacaktı, hatta belki de bilimsel çaba özel olarak öngörüyü gerektirmeyecekti: raslantısalın yerini tümüyle ussal dayanakları olan bir teknik uygulama almış olacaktı. Her ne olursa olsun, Leibniz’in bu tasarısı bir dilek olmadan öteye geçmedi” diye belirtir.
Leibniz 1679 yılında bu tasarısıyla ilgili Hannover Dükü’ne yazdığı bir mektupta şunları yazar:
“Eğer Tanrı Siz Yüce Efendimize bana tahsis etme lütfunu gösterdiğiniz 1200 gümüş sikkeyi sürekli bir gelire dönüştürme düşüncesini esinlerse, Ramon Llull(5) gibi mutlu olacağım, belki de bunun karşılığında daha büyük bir hizmet sunarak… Çünkü ayrılıklarında bir yargıç, bir kavram yorumcusu, bir olasılıklar cetveli, deneyimler okyanusunda bize yol gösterecek bir pusula, bir nesneler envanteri, bir düşünceler çizelgesi, var olan şeyleri irdelemek için bir mikroskop, uzak olanları kestirmek için bir teleskop, genel bir Hesap, masum bir büyü, hayal ürünü olmayan bir Kabala(6), herkesin kendi dilinde okuyacağı bir yazı, hatta birkaç haftada öğrenilebilecek ve tüm dünyada yaygınlık kazanacak bir dildir. Ve bu dil, gittiği her yere gerçek dilini götürecektir.”(7)
Almanların “ilk” büyük filozofu olan Leibniz’in felsefesi bir bütünsellik felsefesidir. Kadim felsefe ifadesi Leibniz tarafından kullanıma sokulmuştur.
Afşar Timuçin Leibniz’in felsefesi hakkında şunları ifade eder:
“Leibniz belli konulara ağırlık vermek yerine bütünü kapsayan bir açıklama getirmeye çalışır. […] Ona göre en olumsuz görünen düşüncede bile yararlı bir yan bulabiliriz. […] O, felsefesini temellendirirken, aynı zamanda din ve ahlak birliğini sağlamak, dini ve ahlakı usun aydınlatıcı gücüyle temellendirmek istemiştir. Burada onun salt dinci ya da usçu bir tutum içinde olduğunu düşünmek yanlışa düşmek olur.”
“Leibniz matematiği sağlam bir dayanak olarak görür. Ancak o her şeyden önce bir metafizikçidir, bu yüzden öncelikle nedenler araştırmasına yönelir.”
Leibniz birçok konuda çok sayıda eser kaleme almıştır. 1686’da felsefesinin bütününü özetlediği, ince olmasına karşın temel kitaplarından biri sayılan Metafizik Üzerine Konuşma’yı yazar. Bu eserinde Tanrı’yı geniş çerçeveli bir biçimde tanıtmaya girişir ve ileride “monad” diye belirleyeceği “bireysel töz”ü açıklar. Bu eser Leibniz’i kavramakta çok önemli bir kaynaktır. Aynı yıl yine Descartes’in önemli bir yanılgısıyla ilgili kısa bir belirleme eserini yazar. Bu kitabında da Descartes’in cisimlerin çarpışmasıyla ilgili kuramını eleştirmiştir.
Ve yine Afşar Timuçin’e göre, Leibniz ömrü boyunca Almanya İmparatorluğu sınırları içinde kalan kiliseleri birleştirmeye çalışmıştır. Ama birleştiremez. “Üstelik bu son derece inançlı filozof yaşamının sonlarında inançsızlıkla suçlandı ve kendi kabuğuna çekildi. Yaşamın çirkinlikleri, dünyaya sonuna kadar açık bir düşünürden bir yalnız adam yaratmayı başarabildi.”
Ancak o bir filozof olarak, bir biliminsanı olarak önemini hiç yitirmez; ilerleme ya da gelişim fikrini ilkin onda buluruz.
Leibniz, kendisinden sonra gelecek olan Kant’ın felsefesine sağlam bir zemin hazırlamıştır.
14. Immanuel Kant
Immanuel Kant, 1724-1804 yılları arasında yaşamış Prusya kökenli Alman bir filozoftur.
Alman felsefesinin kurucularından biridir.
Deneyci ve akılcı geleneği uzlaştırmaya çalışmıştır.
Aydınlanma Çağı ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirgin olarak etkilemiştir.
“Kendi aklını kullanacak cesarete sahip ol!” sözü ona aittir.
Bu deyiş, bence, aklın kamusal ve eleştirel kullanımına yapılan bir davettir.
Kant, Latince, filoloji, teoloji, matematik ve mantık eğitimi alır. Başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazar. 1755 yılında yazdığı Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi adlı eserinde, güneş sisteminin büyük bir gaz bulutu olan nebuladan oluştuğunu belirterek Nebular hipotezi’ni ortaya koyar. Güzel ve Yüce Duygusu Üzerine Gözlemler adlı eseriyle de popüler bir yazar olur. 1794 yılında Saf Aklın Sınırları İçinde Din adlı kitabının yayımlanması yasaklanınca, 1795’te yayımlanan Ebedi Barış Üzerine Felsefi bir Deneme adlı eserini kaleme alarak yöneticilerle hesaplaşır. Daha birçok eseri de vardır…
Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde, somut biçimde var olan “numen dünyayla” duygularla algılanan “fenomen dünya” arasındaki ayrımı açıklar.
Hegel’e göre, Kant “Bilginin, bilimsel hareketin evrensel bir şemasını ortaya koymuş ve tezi, antitezi ve sentezi, zihni zihin yapan kiplerini, bilinçli bir şekilde kendini ayırt ediyor olarak tüm yanlarıyla sergilemiştir.”
Arthur Schopenhauer ise eleştirilerinin yanısıra Kant’tan övgüyle söz eder, ve “Büyük Kant’tan zaman, mekân ve nedenselliğin bilincimizde, bütün kurallıkları ve kalıplarının bütün imkânlarına göre ve bunlarda zuhur edip bunların içeriğini oluşturan nesnelerden tamamen bağımsız olarak mevcut olduklarını öğrendik” der. Ve başka bir yerde de ise, “Kant, sezgisel idraki sadece matematikte değerlendirdikten sonra dünyayı gözümüzün önüne seren geri kalan bütün algısal idraki tamamen göz ardı etmekte ve sadece soyut düşünceye odaklanmaktadır” diye yazar.
Kant, aklın ahlakın kaynağı olduğuna ve estetiğin tarafsız bir yargılama yetisinden doğduğuna inanıyordu. Devletler arasında ebedi bir barışın evrensel demokrasi ve uluslararası işbirliği yoluyla sağlanabileceğini umuyordu.
Kant’la ilgili daha çok şey anlatabilirim burada, ama konumuz matematik olduğundan dolayı sadece uzam ve geometri hakkındaki düşüncelerini çok kısa aktarmakla yetineceğim.
Kant’ın dünya görüşü, yaşadığı dönemi dikkate aldığımızda, ilerici Alman burjuvazisini en iyi yansıtan felsefe dizgesi olarak görülür. Fransız devrimi karşısında heyecan ve coşku duymuş, bütün şiddetine karşın devrimi, ilerlemenin ve despotizm karşısında insanın özgürleşmesinin göstergesi olarak yorumlamıştır. Onu eleştirili felsefeyi kurmaya götüren süreç, doğal felsefede bir araya gelen iki ayrı bilgi biçimi arasındaki “metafizik”le “geometri” arasındaki ayrımdan kaynaklanır.
Kant, sorunu şöyle ortaya koyar:
“Bu etkinlik içinde metafizik geometriyle nasıl bağdaşacak?
Öyle ya, aşkın felsefeyle geometriyi birleştirmek, köpekle atı aynı arabaya koşmaktan daha zordur. Çünkü aşkın felsefe uzamın sonsuz bölünürlüğünü inatla reddeder, oysa geometri uzamın sonsuz bölünürlüğünü öbür teoremleriyle aynı kesinlikte kabul eder… Bu çelişkilerin uzlaştırılması kolay bir çaba gibi görünmese de, ben bu uzlaştırmayı gerçekleştirmek için belli bir güç harcamaya girişmiş bulunuyorum,” der.
Marksist kuramcılardan Lucien Goldmann’a göre, sorunun bu konuma gelmesinin nedeni, “Leibniz kuramlarının yandaşlarıyla Newton kuramlarının yandaşları arasında uzam konusunda yapılan tartışmalar”dır. “Tek gerçek gerçeklik olarak bireylerden, monadlardan yola çıkan Leibniz için uzam göreliydi, monadlar arasındaki ilişkiydi. Fizikçi Newton, mutlak bir uzamın varlığını kabul ediyordu, bu uzam olmadan cisimler olamazdı, cisimler arasında ilişki hiç olmazdı.”
Kant bu konuda aracı bir tutum alarak uzlaştırmayı denemiştir.
1804’te öldüğünde, ortaya sürdüğü “Deneysel dünyayı zihin oluşturmuştur” argümanı, felsefe dünyasının Copernicus reformu olarak algılanmaya başlamıştı bile…
Cenazesi müzik eşliğinde toprağa verilir ve mezar taşına da Pratik Aklın Eleştrisi eserinin sonunda yer verdiği şu sözleri yazılır:
“İki şey, üzerlerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç saygıyla dolduruyor: Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası.”
15. Carl Friedrich Gauss
Carl Friedrich Gauss, 1777-1855 yılları arasında yaşamış matematikçi, astronom, istatistikçi Alman bir düşünürüdür.
Genç yaşındayken matematikte önemli teoremler kanıtlamıştır. Matematiğe yaptığı katkılardan dolayı “Matematikçilerin Prensi” ve “antik çağlardan beri yaşamış en büyük matematikçi” olarak anılır.
1795 yılında modern matematiksel modellemenin ve “Minimal kareler metodunu” bularak matematiksel istatistiğin temellerini atmıştır; 1801 yılında da Ceres Cücegezegeni’nin tekrar keşfedilmesini sağlamıştır. Eukleides dışı geometri’yi, çok sayıda matematiksel fonksiyonu, türev ve integralle ilgili temel teoremleri, normal dağılımı, eliptik integrallerin ilk çözümlerini ve yüzeylerde Gauss eğimini keşfetmiş, kanıtlamış veya tanımlamıştır. 1807 yılında Göttingen Üniversitesi’nde Profesör ve Başastronom olmuştur.
1856 yılında Hannover Kralı verdiği madalyonun üzerine Gauss’un portresini bastırmış ve üzerine Mathematicorum Principi (Matematikçilerin Prensi) yazdırmıştır.
“Matematik bilimlerin kraliçesidir” sözü Gauss’a aittir.
Sinan Sertöz’in ifadesiyle, “O diğer insanların rağbet ettikleri küçük rahatlıklara değil, sayılar ve matematik dünyasının içindeki sırların verdiği rahatlıklara, huzurlara doğru koştu.”
Bugün birçok matematiksel ve fiziksel fenomen ve çözüm, rasathane ve ölçüm merkezleri, okullar ve bazı ödüller ismini Gauss’tan almaktadır.
16. Bernard Bolzano
Bernard Bolzano, 1781-1848 yılları arasında yaşamış İtalyan kökenli bir Çek filozof, matematikçi ve Katolik rahiptir.
Bernard Bolzano, Prag Üniversitesi’nde, felsefe, fizik, matematik ve ilahiyat dersleri alır. 1807 yılında Prag’da aynı üniversiteye din ve felsefe profesörü olarak atanır ve dersler verir. 1816 yılında, Hıristiyan kilisesince inanç, duygu ve düşünceye ters düştüğü gerekçesiyle, inançlarından dolayı suçlanır. 1820 yılında Avusturya hükümeti Bolzano’nun yıkıcı ve kendileri için kırıcı olan konuşmalarından dolayı onu ülkeden uzaklaştırır. 1819 ile 1825 yılları arasında Prag Üniversitesi’nce, 7 yıl ders vermeme ve yayın yapmamak üzere cezalandırılır, profesörlüğü elinden alınır.
Ama tüm bu baskılara karşı o durmadan çalışır: Analiz, geometri, mantık, felsefe ve din üzerine çok sayıda eser kaleme alır.
Bolzano, Kant sonrası idealizmi eleştiren bir düşünürdür.
Kümeler teorisinin öncüsü olduğu kadar, sonsuz konusunda salt matematiksel bir düşünce yaratmaya çalışan ilk isimlerden biridir.
Matematik ile felsefeyi birleştirerek sonsuzluk kavramını -Tanrıyı bir kenara bırakarak- hesaplanabilirlik alanında ele almaya çalışmıştır.
Kant, sonsuzu bulabilmek için teorik aklın alanını terk edip pratik aklın alanına geçmek gerektiğini söyler. Hegel ise, kavramların -şeylerin- giderek daha geniş bütünlükler içerisinde yer alması şeklinde sonsuzluk düşüncesini geliştirip açıklar.
Matematikçi Bolzano da, ölümünden iki yıl sonra, 1850 yılında basılan ve neredeyse tüm Avrupa dillerine çevrilen Sonsuzun Paradoksları adlı eserinde matematiksel sonsuzluk düşüncesini “fiziksel ve metafiziksel sonsuzluk düşüncelerinin temeli” olarak gördüğünü açıklar.
“Bolzano’ya göre, Tanrının sonsuz olmasının nedeni, bizim Tanrıyı her biri sonsuz büyüklükte olan yetkinliklerle donatılmış olarak tasavvur etmemizdir.”
Yaşadığı sürece baskılara maruz kalan bu matematikçi deha 1848 yılında Prag’da ölür. Hayalindeki matematiksel sonsuzluk düşüncesi gibi adını tarihin sonsuzluğunda sonsuzca var olacak bir şekilde altın harflerle yazdırır.
17. Bertrand Russell
Bertrand Russell, 1872-1970 yılları arasında yaşamış Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum eleştirmenidir.
Çağdaş matematiğin temellerini atanlardan ve analitik felsefenin kurucularından biri olarak kabul edilir.
Russell baktığı yerde matematiği görenlerdendir. Bunu da şöyle ifade eder: “Doğru pencereden bakıldığında matematik yalnızca hakikati değil, ulvî güzelliği de ihtiva eder. Soğuk, haşin fakat bir o kadar da saf güzelliği.”
Matematiksel mantık alanında yaptığı çalışmaları ve toplumsal, siyasal kampanyalara öncülüğüyle tanınır. Yirminci yüzyılın, barış ve nükleer silahsızlanmayı savunan filozof ve bilim insanlarından bir olarak kabul edilir. Kısaca;
İngiltere’nin önde gelen aristokrat ailelerindendir. 1890 yılında Cambridge’deki Trinity College’a girer. 1893’te en iyi dereceyle matematik diplomasını aldıktan sonra felsefeye yönelir. 1895’te “Geometrinin Temelleri Üzerine Bir Deneme” teziyle öğretim üyeliğini kazanır. 1898’den sonra idealizme karşı çıkarak genel çizgileriyle deneyciliği ve olguculuğu benimser. 1903 yılında ilk önemli matematik kitabı olan az sayıda ilkelerden yola çıkılarak matematiğin anlaşılabileceğini gösteren Matematiğin İlkeleri kitabını yayımlar. 1919’da Britanya hükûmetinin resmi görevlendirmesiyle Sovyetler Birliği’ni ziyaret eder; Vlademir Lenin ile tanışır ve kendisiyle bir saat süren bir sohbet eder. Otobiyografisinde, Lenin’in kendisini hayal kırıklığına uğrattığını ve kendisini acımasızlıktan çocukça zevk alan bir insan olarak gördüğünü belirtir. Ve aynı yıl Sovyet rejiminin baskıcı yanını öne çıkardığı Bolşevizmin Pratiği ve Teorisi adlı eserini yayımlar.
Russell daha sonraları sevgilisi Dora’nın eşliğinde Pekin’de bir yıl felsefe dersleri verir. Çin’deyken birçok akademisyenin yanında Nobel ödülü sahibi Hint şair Rabindranath Tagore da oradadır.
En önemli eylemlerinden biri de 1962 yılında Küba Füze Krizi sırasında toplumsal bir rol üstlenmesidir. Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’e yazdığı mektubun karşılığında Sovyet hükümetinin duruma kayıtsız kalmayacağına dair bir cevap alırken, Kennedy ise mektubu açılmamış bir halde geri gönderir. Sonrasında Albert Einstein ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto yayımlar. Son eylemlerinden bir de İsrail’in Ortadoğu’daki ülkelere karşı izlediği tutumu eleştiren bir bildiri yayımlamasıdır.
Bir düşünür olarak birçok esere imza atmıştır: Batı Felsefesi Tarihi, Bilimsel Bakış, Neden Hıristiyan Değilim, Özgürlük Yolu, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, Evlilik ve Ahlak, Aylaklığa Övgü, Eğitim Üzerine, İnsanlığın Yarını, Din ile Bilim, Rölativitenin ABC’si, Sorgulayan Denemeler gibi…
Çalışmaları mantık, matematik, dilbilim, bilgisayar teknolojisi ve felsefeyi; özellikle de dil felsefesi bilgi felsefesini (epistemoloji) ve metafiziği önemli ölçüde etkilemiştir.
1950 yılında, insan hakları ve düşünce özgürlüğünü savunan yazılarından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Türkiye’de, 68 Kuşağı ve daha sonraki devrimci kuşak Bertrand Russell’i daha çok ABD’yi Vietnam Savaşı sırasında işlediği suçlardan dolayı, Stockholm’de, 1967 yılında Russell Mahkemesi olarak anılan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmasında oynadığı rol nedeniyle tanır. Mahkemenin başkanlığını Fransız düşünür Jean Paul Sartre yapmıştı. Çok iyi bir hukukçu olan ve o dönem Türkiye İşçi Partisi lideri olan Mehmet Ali Aybar’da bu davada mahkeme üyesi olarak yer almıştı.
***
Antik Yunan dönemi sonrası anlatılacak o kadar çok filozof ve düşünür var ki, ama uzatmaya gerek yok. Matematikle düşünce/felsefe arasındaki etkileşimi ve yoldaşlığı anlattığım filozofların şahsında gördük, kanımca meramım anlaşılmıştır. Bertrand Russell’den bir alıntıyla bu bölümü de noktalıyorum.
B. Russell, Sorgulayan Denemeler kitabında yer alan “Yirminci Yüzyılda Felsefe” başlıklı yazısının bir yerinde yeni felsefeye dair bazı tespitler yapar, okuyalım:
“Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Elealı Zenon (İ.Ö. beşinci yüzyıl)’dan bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır.
Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasını. Ondokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant’ın deneyaşırı (transcendental) duyular öğretisi hakkındaki matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856)’nin Eukleidesçi olmayan geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürekliliğin sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek de işlerine gelen bütün eski paradoksları ortadan kaldırdı. Frege aritmetiğin mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.
Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel mantık, belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtığını, nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861-1947)’in son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.
Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar teknik bir konudur.”
Sonuç: Bilimin Mührü Kimdeyse Kral Odur
Canlılar dünyasında sadece insan kavramlara sahiptir.
Ve insanlar sahip oldukları kavramların nicelik ve niteliğine göre görür, düşünür ve hareket eder. Matematikçi deyimle, eylemlerimiz edindiğimiz bilgilerin bir fonksiyonudur.
Düşünmek kavramlarla tanımaktır, kavram olmadan bir şey olmaz. Düşünce akımlarının, bilim ve teknolojinin, sanat ve kültürün gelişmesi ancak ve ancak kavramlar sayesinde olur. Kavramların oluşturulmasında ise en büyük katkıyı laf ebesi -pozitif anlamda- felsefeci ve düşünürler yapar.
Filozof ve düşünürler düşünce dünyasının kaptanı olmaları nedeniyle düşüncelerin rota ve hızını da onlar belirler. Bu nedenle, “fazladan bir akla sahip olan” filozof ve düşünürlerin yaşamı nasıl gördükleri, nasıl anladıkları, nasıl hareket ettikleri çok önemlidir. Çünkü bunlar dünyaya yön veren, Avrupa’yı Avrupa yapan insanlardır. Modern bilimin gelişmesi, teknolojini sürekli atılım içinde olması, sanayinin sürekli ilerlemesi, sermayenin yoğunlaşması, yaşamın kolaylaşması, hak ve adalet arayışı, vicdan ve merhamet duygularının gelişmesi, ahlaki değerlerin oluşması, barış ve silahsızlanmanın savunulması, özgürlük ve hümanist değerlerin kökleşip yerleşmesi bunların sayesinde oluştu ve bugünlere geldi.
Tabii bu kolayca olmadı; binbir zahmet, emek, sabır ve mücadele sayesinde oldu. Erdem ve asaletin örneği Sokrates ve Bruno örneğinde olduğu gibi birçok düşünür inanılmaz baskılarla maruz kaldı; Sokrates düşüncesi uğruna zehir dolu kupayı kendi elleriyle içti, Bruno da yanan kor halindeki odun yığınlarını korkusuzca kucakladı.
Ama tarihsel ilerleme durdurulamadı, güneş balçıkla sıvanmayacağından tarihin çarkı hep ileriye döndü/dönüyor.
Tarihin dönen çarkına ivme kazandıranlar da çoğunlukla filozoflar, düşünürler, yazarlar, mucitler ve biliminsanları olmuştur.
Anlatımımızda bunların pek çoğunun da matematikçi olduğunu gördük.
Bu nedenle felsefe düşüncelerin kralı, “matematik bilimlerin kraliçesidir” diyebiliriz.
Doğa hep kendini saklar, ama bizler kavram, sayı ve geometrik şekillerin ruhuna ne kadar vakıf olursak doğa ve evrenin sırlarına da o kadar vakıf oluruz.
Kavram, sayı ve şekillerin ruhu ya da gizemi çözülmeye başlanırsa tüm bilimler hızlı bir şekilde gelişmeye; doğa, insan ve toplum yaşamında etkili olmaya başlar. Düşünsel kapasitemiz artar ve matematiksel mantık gelişir. Evrene, doğaya hükmeden yasalar bir bir anlaşılmaya başlar.
Bilime açılan kapıyı açan anahtar matematiktir; anahtarı hareket ettiren ise düşüncedir, yani felsefedir.
Felsefe ve matematik olmadan bilimsel gelişme olmaz, olsa olsa körün köre yol göstermesi olur.
Tarihi gerçek kanıtlamıştır: Bilimin mührü kimdeyse kral odur ve yarışı da o önde götürür.
Örneğin; ABD, bilim ve teknolojide üstünlüğü sağladığı için, 1901-1991 yılları arasında fizik, kimya ve tıp alanlarında 158 Nobel ödülü almıştır, dünyanın geri kalanı ise 241 ödül alabilmiştir. Tabii olay sadece Nobel ödülüyle sınırlı değil; elektronik, telekomünikasyon, bilgisayar, mobil cihazlar, iletişimin küreselleşmesi, silah teknolojisinin gelişmesi, uzay araştırmaları, nükleer çalışmalar, DNA’nın keşfi ve kopyalanması, yapay zekâ, insan bedenine kablosuz çiplerin yerleştirilmesi… kısacası bilim ve teknoloji her şeyi hızlı bir şekilde değiştirdi/değiştiriyor. Dünyamız çok hızlı ve çok kapsayıcı tarihi bir dönüşüm yaşıyor.
Bu dönüşüme paralel olarak düşünce dünyası da bu nedenle her şeyi sorguluyor ve yeniden tanımlamaya çalışıyor.
Bu hızlı ilerleyiş ve çalışmaların karşısında bizim yerimiz neresidir?
Tarihin dışında mı kalacağız, yoksa tarihsel akışın/dönüşümün içerisinde mi olacağız?
Şayet yapılan çalışmaların bir yerlerinde olmak istiyorsak ve geriden nal toplamak istemiyorsak, gönlümüzden geçen aydınlık güzel günlere kavuşmayı arzuluyorsak mutlaka yüzümüzü felsefe ve matematiğe çevirmeli, bu büyük yolculuk sürecinde aklın yaratıcı gücünü savunan saflarda yerimizi almalıyız.
Bu büyük yolculuğumuzda felsefe ve matematiğin yoldaşlığı yolumuzu aydınlatacağına inanıyorum.
Saygılarımla…
Eylül 2023-Mart 2024
Ayvalık/Balıkesir-Bağcılar/İstanbul
Teşekkür
Bu çalışmamı baştan sona okuyarak yazım hatalarını düzelten sevgili dostlarım Ahmet Muhtar Sökücü ve Prof. Dr. Orhan Taner Can’a, ayrıca bazı hususların yazılmasını hatırlatan kardeşim Ali Haydar Üzülmez’e içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Dipnotlar:
(1) Hüseyin Evcil, Diyarbakır-Dicle/Piranlıydı. Hatırladığım kadarıyla, kendisi 1961 Talat Aydemir olayı nedeniyle Harbiye’den atılmış, ama sonra kendilerine tanınan bir hak sayesinde üniversiteyi bitirmişti. Hocama buradan saygılarımı gönderiyorum.
(2) Avrupa’da, evrensel “hakikatin pek çok kahramanı din adamlarının ellerinden ölümü odun yığınları üzerinde karşıla”sa da, hakikatin gün yüzüne çıkması için çalışan çok sayıda kahraman da yine din adamları arasından çıkmıştır.
(3) Platon benim gençlik yıllarımda, yani 1960 ve 70’li yıllarda Eflatun olarak bilinirdi, ders kitaplarımızda da Eflatun diye anlatılırdı. Kanımca, Araplar onu Eflatun diye telaffuz ettikleri için, Osmanlılar da Eflatun demiş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu telaffuz kabul görmüş. Daha sonraları Eflatun ismi yavaş yavaş terk edilerek orijinal ismi olan Platon benimsenmeye başlandı.
(4) Sezai Karakoç “Gordiom’da bir İskender” başlıklı yazısında Büyük İskender’le Aristoteles’in birlikteliğine vurgu yapar. Özetle: İslam ülkelerinin problemleri bir birine dolanmış, tam bir kördüğüm haline getirilmiş. Kördüğüm sadece dıştan örülmemiş, içten de örülmüş. Şimdi bu kördüğümü çözecek bir “yiğit”, bir İskender aranmaktadır. Bu kördüğüm nasıl çözülecek? Hep, bir İskender gelsin, bir kılıç vursun ve bu düzelsin denilirse, bu zihniyet değişmezse hiçbir zaman İskender gelmeyecektir. Gelse de kimse kabul etmeyecektir. Düzmece İskenderler asıl İskender’i gölgeleyecektir. İskender’in kafası Aristo, Aristo’nun kolu İskender olduğu için kördüğüme çözüm bulunabilmişti. Uygulayıcısız düşünürler ve düşünürsüz aksiyon/eylem adamları geldikçe kördüğüm olduğu gibi kalacaktır. Gordiom’da bir İskender gördüğünüzde iyi biliniz ki atının terkisinde bir düşünürün kitabı vardır.
(5) Ramon Llull: 1232-1316 yılları arasında Mayorka Krallığı’ndan yaşamış Hıristiyanlığa bağlı Fransisken tarikatına mensup bir filozoftur. Farklı ırk ve dinlerden insanlar arasında evrensel kusursuz bir felsefi dil için çalışmalar yapmıştır. M. Üzülmez
(6) Kabala, Yahudi mistisizminde bir düşünce okulu veya kurallar bütünüdür. Genelde büyücülük, sihir, gizli ilimler anlamında kullanılır. M. Üzülmez
(7) Kusursuz “evrensel felsefe dili”nin günümüzdeki mirasçıları dijital teknoloji üzerine çalışan araştırmacılar olabilir mi? Bilmiyorum. Doğal bir dilin sözcüklerinin bütün anlamlarını tanıyabilecek ve insan ile makine arasında her türlü anlamlı konuşma ve yazışmayı gerçekleştirecek bu muazzam düşü Yapay Zekâ sanki yapacak gibime geliyor. M. Üzülmez
Kaynakça:
- Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, YKY, Onuncu Baskı, Çev. Candan Şentuna, 2021, İstanbul.
- Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Çev. Özcan Doğan, Doğubatı Yayınları, 5. Basım, 2021, İstanbul.
- Fragmanlar, Thales Anaksimandros Anaksimenes, Pinhan Yayıncılık, Çev. Güvenç Şar-Y. Gurur Sev, 2019, İstanbul.
- Aristoteles, Metafizik, Çev. L. Levin Basut&Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, 2023, Ankara.
- G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Thales’ten Platon’a Grek Felsefesi,1. Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2018, İstanbul.
- G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Platon’dan Ortaçağ Felsefesine, 2. Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2019, İstanbul.
- G. W. F. Hegel, Felsefe Tarihi/Ortaçağ Felsefesi ve Modern Felsefe, 3.Cilt, Çev. Doğan Barış Kılınç, NotaBene Yayınları, 2021, İstanbul.
- Sinan Sertöz, Matematiğin Aydınlık Dünyası, TÜBİTAK Yayınları, 5. Basım, 1997, Ankara.
- Sezai Karakoç, Günlük Yazılar IV Gün Saati, II. Baskı, Diriliş Yayınları, 1999, İstanbul.
- Friedrich Nietzsche, Platon Öncesi Filozoflar, Pinhan Yayıncılık, Çev. Nur Nirvan, 2018, İstanbul.
- Ksenophon, Avcılık Sanatı, Pinhan Yayıncılık, Çev. Okan Demir, 2021, İstanbul.
- R.G. Collingwood, Doğa Tasarımı, Ayrıntı Yayınları, 2020, İstanbul.
- Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, 2001, Bursa.
- F. M. Cornford, Sokrates Öncesi ve Sonrası, Çev. A. M. Celâl Şengör ve Senem Onan, TİB Kültür Yayınları, 2022, İstanbul.
- Jeremy Stangroom, 50 Filozofla Felsefenin Kısa Tarihi, Orenda Kitap, Çev. S. Emre Bekman, 2021, İstanbul.
- R. S. Woolhouse, Ampirist Filozoflar, Çev. Gökhan Murteza, Pinhan Yayıncılık, 2019, İstanbul.
- AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 22, Ana Yayıncılık A.Ş., 1990, İstanbul.
- Thomas Hobbes, Leviathan, Çev. Semih Lim, YKY, 2016, İstanbul.
- Blaise Pascal, Risaleler, Pinhan Yayıncılık, Çev. Murat Erşen, 2017, İstanbul.
- Utku Özmakas, Kartezyen Prens/Descartes ve Siyaset, zoomkitap, 2022, İstanbul.
- Afşar Timuçin, “Gottfried Wilhelm Leibniz” tanıtım yazısı. (Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Çev. Afşar Timuçin, Cumhuriyet Dünya Klasikleri: 41, 1999.)
- Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Çev. Afşar Timuçin, Cumhuriyet Dünya Klasikleri: 41, 1999.
- Lucien Goldmann, Kant Felsefesine Giriş, Metis Yayınları, 1983, İstanbul.
- Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, Çev. A. Onur Aktaş, Doğu Batı Yayınları, 2023, İstanbul.
- Umberto Eco, Avrupa Kültürü, Çev. Kemal Atakay, Yeni Binyıl, 1995, İstanbul.
- Umberto Eco&Riccardo Fedriga, Felsefe Tarihi/Aydınlanmadan Kant ve Hegel’e, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2022, İstanbul.
- Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, TÜBİTAK Yayınları, Çev. Nermin Arık, 10. Basım, 1988, Ankara.
- Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, Say Yayınları, 8. Baskı, Çev. Nermin Arık, 2021, İstanbul.
- Ve https://tr.wikipedia.org/